Yıllar geçse de hep çocukluğunu arar insan… Çocukluğun dünyası başkadır. Anılar yad edilirken o günler tekrar yaşanmış gibi olur. Acı-tatlı, güzel-çirkin, iyi-kötü ne varsa çıkar gelir önümüze.
Yetmişli yılların ilk yarısında küçük bir ilçeye tayinimiz çıkmıştı. Babam memurken terfi etmiş müdür olmuştu…. Dört çocuklu bir ailenin son çocuğu idim. Sonbahar hüzünlü bir şekilde ağaçları üşütürken, hızla kış hazırlıkları yapılıyordu… Altı yaşıma yeni girmiştim.
Annem ortaokula başlayacak olan iki ablamın okul kaydını yaptırdıktan sonra benden üç yaş büyük abimin ve benim elimden tutarak evimizin biraz ilerisindeki ilkokula götürdü. Abim 3. Sınıfa başlayacaktı. Müdüre benimde evraklarımı gösterdi. Müdürün yaşımın tutmadığını ve kayıt yapamayacağını söylemesi… Annemin ise benim çok istekli olduğumu ısrar etmesi sonucu Müdür amca gönülsüz olsa da beni okula kabul etti… “Zaten çok küçük gelsin-gitsin bakalım. Birkaç gün sonra sıkılır ve okulu bırakır.” dedi.
Ne çok sevinmiştim. İçinde bir defter, bir kalem ve silgi bulunan naylon torbamla kayıtsız olarak okuluma günlerce gittim geldim. Hevesliydim. Öyle mutluydum ki…
Sınıfta okumayı ilk öğrenen ben oldum. Öğretmenimiz hemen aileme haber gönderip siyah önlük diktirmelerini, kayıt olacağımı, yakama kırmızı kurdele takacağını söyledi. O yıllarda okumayı öğrenen öğrencilerin yakasına takılan bu kurdele büyük prestij meselesi idi…
İlk bir yıl çok hızlı geçti…Sonra ikinci yıl… Belki de üçüncü sınıfta idik. Yavaş yavaş hayatı, çevremizi ve sınıftaki arkadaşlarımızı tanımaya başlamıştık.
Büyüklerin yanına sorulmadan konuşamazdık. Öyle terbiye almıştık. Evde, okulda hep itaati öğretmişlerdi. İyi çocuk, iyi öğrenci, iyi evlat tepkisiz şartsız büyüklerine “evet” derdi. Kurallara itiraz etmek sanki bir ihanetti!
Sınıfımızda hepimizin önlüğü, çantası, ayakkabısı kalemlerimiz vb. aynı idi. Ana renk siyah hakimdi. Hayatımız siyah-beyaz film karesi gibiydi sanki…
Ama sınıfta bir kişi vardı ki o hepimizden farklıydı. Adı Nihal. Sınıfa girdiğinde hepimizin gözleri onun üstüne-başına çantasına takılır kalırdı. Anne ve babası Almanya’da çalışan Nihal’e babaannesi bakıyordu. Nihal’in okul çantası, kabanı, çizmesi kalemleri, kokulu silgileri vb. rengarenkti. Kullandığı her şey Almanya’dan geliyordu. Kalemin arkasına taktığı saçlı bebek figürler, sallanan kedicik ve ayıcıklar hele hele parfüm gibi kokan pembe kokulu silgisi! Arada sırada elimize verirdi. Hiç kimsede olmayan bu eşyalara hayranlıkla bakarken dalar giderdik…
Öğretmenimiz ise pek adil bir insan değildi. Zengin çocuklarına ne kadar tolerans tanırsa; fakir öğrencilere de o kadar kötü davranıyordu. Sınıfa beş dakika geç giren fakir öğrenci dayak yerken yarım saat sonra giren zengin öğrenciyi gayet güler yüzle karşılıyordu. Fakir öğrencileri hiç sevmiyordu. Bu garibanlardan ne alıp veremediği vardı çözemiyordum. Bu duruma isyan edip her gün eve gidince anneme ağlıyordum.
Bir gün hayat bilgisi dersinde sınıfın kapısı çaldı. Gelen Nihal’in mız mız ve sevimsiz babaannesi idi. Sinirli bir şekilde de Nihal’in kokulu pembe silgisinin çalındığından falan bahsetti. Bir silgiyi sormak için dersimizi bölmüştü! Öğretmenimizin yüzü birden değişti. Bu konu teneffüste konuşulabilirdi.
Hepimize: “Kollarınızı önden bağlayın, kımıldamayın.” dedi. Tek tek tüm sınıfın çantasını aramaya başladı. Hiçbirimizden çıt çıkmıyordu…
Sınıfımızın en çalışkanı, en zekisi Sedat idi. Ayrıca en yaramazı, en kıskancı, en bencili ve en sadisti. Sedat’ın e büyük eğlencesi arkadaşlarının ayağını kaydırıp düşürmekti. Bir yerlere gizlenir, koşan çocuklara çelme takar onun feci şekilde düşmesine ve yaralanmasına sebep olurdu. Hiç kimse gidipte onu öğretmene şikayet edemezdi. Çünkü o öğretmenin sevdiği gözde öğrenciler arasındaydı. Matematikteki başarısına kimse ulaşamazdı ve öğretmenin çözemediği soruları bile zihinden çözerdi…
Sınıfımızın en sessiz, en uslu kızı da benim karşımdaki sırada oturan Fadime idi. Ürkek bir hali vardı. Beline kadar inen ipek gibi saçları örgü ile ikiye ayrılmış, kurdelesi olmadığı için uçları iplerle tutturulmuştu. Bedeni oldukça zayıftı, beyaz tenliydi. Ufacık şeylere utanır, yüzü birden kıpkırmızı olurdu. Ayağındaki yırtılmış naylon ayakkabısı ve rengi solmuş siyah önlüğü ile o da fakir bir ailenin çocuğu imajı veriyordu. Teneffüslerde kimseye yaklaşmaz bir kenarda oyun oynayanları seyrederdi. Ne bir simit aldığını ne de balıklı şeker yediğini hiç görmemiştim. Fadime’nin varlığından kimsenin haberi yoktu sanki…
“Çantalarınızı arayacağım diyen öğretmenin sesini duyan Sedat’ın hızlı bir hareketle Fadime’nin çantasına bir şey attığını fark ettim! Sınıfın yarısının çantalarına bakılmış sıra bize gelmişti. Öğretmen tiksinir gibi hareketlerle Fadime’nin eski çantasına el attı ve birden bağırdı.
-İşte… Kokulu silgi burada!
Tüm sınıfın gözleri bizim sıraya döndü. Fadime’nin o küçücük solgun yüzünde büyük bir şaşkınlık ifadesi vardı. O da silgiyi ilk kez görmüştü. Kıpkırmızı olmuş korkudan titremeye başlamıştı.
Zavallı Fadime… “Neden çaldın?” sorusuna sadece “Vallahi ben çalmadım öğretmenim.” Diyebildi. Sınıftaki uğultuda o cılız sesi kayboldu gitti., kimse duymadı bile!
Bu kelimeler onun son sözcükleri oldu. Çantaların aranması bırakıldı.
Teneffüste tüm çocuklar etrafında “Hırsız Fadime, hırsız Fadime” diye bağırıp, o incecik örülmüş saçını çekip, kaçıyorlardı. Kapana sıkışmış ürkek bir tavşan gibi sıçrıyor, nereye kaçacağını bilemiyordu. Çaresiz çırpınışlarla son kez yüzüme baktı “beni kurtar” der gibiydi… Tıkandım. Ağladığımı kimseye göstermeden tuvalete koştum. Doya doya ağladım...
Ne annesi ne babası ne de herhangi bir kimse onun için okula gelmedi. Haksızlığı kimse araştırmadı. Belki de anne-babası yoktu kim bilir?
Öğretmenin ilk işi onu sınıfta bırakmak oldu! İyi çocuklara kötü örnek olmamalıydı! Fadime karnesini aldı göğsüne bastırdı. “KALDI” yazısın gözyaşları ıslattı. Başını eğdi, sessizce bir rüzgâra kapılıp gitti…
Nihal’in pembe renkli kokulu silgisi Fadime’nin tüm hayatını silmiş, bitirmişti. Suçlu kimdi acaba?
Adaletsizliği yapan Sedat mıydı? Olayı irdelemeyen öğretmenimiz mi? Küçük bir silgi için ortalığı birbirine katan babaanne mi? Yoksa gördüklerini “dışlanırım” korkusuyla söyleyemeyen, Fadime’nin suçsuzluğunu haykıramayan ben mi?
Yıllarca bu olayın etkisiyle başka Sedat’lar çantama bir şey atar diye takıntı halinde çantamı kontrol ettim durdum hep. Her seferinde Fadime’nin masum bakışları canlandı hayalimde.
İçimde bir sızı, yüreğimde bir yara, hep kanadı. Yıllarca gözlerim Fadime’yi aradı ıssız sokaklarda… Lise yıllarıma gelince benimde kokulu bir silgim oldu, hep sildim her şeyi… Yanlışları, yazıları, eğrileri, ama Fadime’ye atılan iftiranın izlerini silemedim silgimle!
Kör kuyulara düştüm rüyalarımda. Kenarında Fadime vardı hep. O masum yüzüyle “Ne olur kurtar beni, vallahi ben çalmadım!” diyordu…
Yıllar geçse de hep çocukluğunu arar insan… Çocukluğun dünyası başkadır. Anılar yad edilirken o günler tekrar yaşanmış gibi olur. Acı-tatlı, güzel-çirkin, iyi-kötü ne varsa çıkar gelir önümüze.
Yetmişli yılların ilk yarısında küçük bir ilçeye tayinimiz çıkmıştı. Babam memurken terfi etmiş müdür olmuştu…. Dört çocuklu bir ailenin son çocuğu idim. Sonbahar hüzünlü bir şekilde ağaçları üşütürken, hızla kış hazırlıkları yapılıyordu… Altı yaşıma yeni girmiştim.
Annem ortaokula başlayacak olan iki ablamın okul kaydını yaptırdıktan sonra benden üç yaş büyük abimin ve benim elimden tutarak evimizin biraz ilerisindeki ilkokula götürdü. Abim 3. Sınıfa başlayacaktı. Müdüre benimde evraklarımı gösterdi. Müdürün yaşımın tutmadığını ve kayıt yapamayacağını söylemesi… Annemin ise benim çok istekli olduğumu ısrar etmesi sonucu Müdür amca gönülsüz olsa da beni okula kabul etti… “Zaten çok küçük gelsin-gitsin bakalım. Birkaç gün sonra sıkılır ve okulu bırakır.” dedi.
Ne çok sevinmiştim. İçinde bir defter, bir kalem ve silgi bulunan naylon torbamla kayıtsız olarak okuluma günlerce gittim geldim. Hevesliydim. Öyle mutluydum ki…
Sınıfta okumayı ilk öğrenen ben oldum. Öğretmenimiz hemen aileme haber gönderip siyah önlük diktirmelerini, kayıt olacağımı, yakama kırmızı kurdele takacağını söyledi. O yıllarda okumayı öğrenen öğrencilerin yakasına takılan bu kurdele büyük prestij meselesi idi…
İlk bir yıl çok hızlı geçti…Sonra ikinci yıl… Belki de üçüncü sınıfta idik. Yavaş yavaş hayatı, çevremizi ve sınıftaki arkadaşlarımızı tanımaya başlamıştık.
Büyüklerin yanına sorulmadan konuşamazdık. Öyle terbiye almıştık. Evde, okulda hep itaati öğretmişlerdi. İyi çocuk, iyi öğrenci, iyi evlat tepkisiz şartsız büyüklerine “evet” derdi. Kurallara itiraz etmek sanki bir ihanetti!
Sınıfımızda hepimizin önlüğü, çantası, ayakkabısı kalemlerimiz vb. aynı idi. Ana renk siyah hakimdi. Hayatımız siyah-beyaz film karesi gibiydi sanki…
Ama sınıfta bir kişi vardı ki o hepimizden farklıydı. Adı Nihal. Sınıfa girdiğinde hepimizin gözleri onun üstüne-başına çantasına takılır kalırdı. Anne ve babası Almanya’da çalışan Nihal’e babaannesi bakıyordu. Nihal’in okul çantası, kabanı, çizmesi kalemleri, kokulu silgileri vb. rengarenkti. Kullandığı her şey Almanya’dan geliyordu. Kalemin arkasına taktığı saçlı bebek figürler, sallanan kedicik ve ayıcıklar hele hele parfüm gibi kokan pembe kokulu silgisi! Arada sırada elimize verirdi. Hiç kimsede olmayan bu eşyalara hayranlıkla bakarken dalar giderdik…
Öğretmenimiz ise pek adil bir insan değildi. Zengin çocuklarına ne kadar tolerans tanırsa; fakir öğrencilere de o kadar kötü davranıyordu. Sınıfa beş dakika geç giren fakir öğrenci dayak yerken yarım saat sonra giren zengin öğrenciyi gayet güler yüzle karşılıyordu. Fakir öğrencileri hiç sevmiyordu. Bu garibanlardan ne alıp veremediği vardı çözemiyordum. Bu duruma isyan edip her gün eve gidince anneme ağlıyordum.
Bir gün hayat bilgisi dersinde sınıfın kapısı çaldı. Gelen Nihal’in mız mız ve sevimsiz babaannesi idi. Sinirli bir şekilde de Nihal’in kokulu pembe silgisinin çalındığından falan bahsetti. Bir silgiyi sormak için dersimizi bölmüştü! Öğretmenimizin yüzü birden değişti. Bu konu teneffüste konuşulabilirdi.
Hepimize: “Kollarınızı önden bağlayın, kımıldamayın.” dedi. Tek tek tüm sınıfın çantasını aramaya başladı. Hiçbirimizden çıt çıkmıyordu…
Sınıfımızın en çalışkanı, en zekisi Sedat idi. Ayrıca en yaramazı, en kıskancı, en bencili ve en sadisti. Sedat’ın e büyük eğlencesi arkadaşlarının ayağını kaydırıp düşürmekti. Bir yerlere gizlenir, koşan çocuklara çelme takar onun feci şekilde düşmesine ve yaralanmasına sebep olurdu. Hiç kimse gidipte onu öğretmene şikayet edemezdi. Çünkü o öğretmenin sevdiği gözde öğrenciler arasındaydı. Matematikteki başarısına kimse ulaşamazdı ve öğretmenin çözemediği soruları bile zihinden çözerdi…
Sınıfımızın en sessiz, en uslu kızı da benim karşımdaki sırada oturan Fadime idi. Ürkek bir hali vardı. Beline kadar inen ipek gibi saçları örgü ile ikiye ayrılmış, kurdelesi olmadığı için uçları iplerle tutturulmuştu. Bedeni oldukça zayıftı, beyaz tenliydi. Ufacık şeylere utanır, yüzü birden kıpkırmızı olurdu. Ayağındaki yırtılmış naylon ayakkabısı ve rengi solmuş siyah önlüğü ile o da fakir bir ailenin çocuğu imajı veriyordu. Teneffüslerde kimseye yaklaşmaz bir kenarda oyun oynayanları seyrederdi. Ne bir simit aldığını ne de balıklı şeker yediğini hiç görmemiştim. Fadime’nin varlığından kimsenin haberi yoktu sanki…
“Çantalarınızı arayacağım diyen öğretmenin sesini duyan Sedat’ın hızlı bir hareketle Fadime’nin çantasına bir şey attığını fark ettim! Sınıfın yarısının çantalarına bakılmış sıra bize gelmişti. Öğretmen tiksinir gibi hareketlerle Fadime’nin eski çantasına el attı ve birden bağırdı.
-İşte… Kokulu silgi burada!
Tüm sınıfın gözleri bizim sıraya döndü. Fadime’nin o küçücük solgun yüzünde büyük bir şaşkınlık ifadesi vardı. O da silgiyi ilk kez görmüştü. Kıpkırmızı olmuş korkudan titremeye başlamıştı.
Zavallı Fadime… “Neden çaldın?” sorusuna sadece “Vallahi ben çalmadım öğretmenim.” Diyebildi. Sınıftaki uğultuda o cılız sesi kayboldu gitti., kimse duymadı bile!
Bu kelimeler onun son sözcükleri oldu. Çantaların aranması bırakıldı.
Teneffüste tüm çocuklar etrafında “Hırsız Fadime, hırsız Fadime” diye bağırıp, o incecik örülmüş saçını çekip, kaçıyorlardı. Kapana sıkışmış ürkek bir tavşan gibi sıçrıyor, nereye kaçacağını bilemiyordu. Çaresiz çırpınışlarla son kez yüzüme baktı “beni kurtar” der gibiydi… Tıkandım. Ağladığımı kimseye göstermeden tuvalete koştum. Doya doya ağladım...
Ne annesi ne babası ne de herhangi bir kimse onun için okula gelmedi. Haksızlığı kimse araştırmadı. Belki de anne-babası yoktu kim bilir?
Öğretmenin ilk işi onu sınıfta bırakmak oldu! İyi çocuklara kötü örnek olmamalıydı! Fadime karnesini aldı göğsüne bastırdı. “KALDI” yazısın gözyaşları ıslattı. Başını eğdi, sessizce bir rüzgâra kapılıp gitti…
Nihal’in pembe renkli kokulu silgisi Fadime’nin tüm hayatını silmiş, bitirmişti. Suçlu kimdi acaba?
Adaletsizliği yapan Sedat mıydı? Olayı irdelemeyen öğretmenimiz mi? Küçük bir silgi için ortalığı birbirine katan babaanne mi? Yoksa gördüklerini “dışlanırım” korkusuyla söyleyemeyen, Fadime’nin suçsuzluğunu haykıramayan ben mi?
Yıllarca bu olayın etkisiyle başka Sedat’lar çantama bir şey atar diye takıntı halinde çantamı kontrol ettim durdum hep. Her seferinde Fadime’nin masum bakışları canlandı hayalimde.
İçimde bir sızı, yüreğimde bir yara, hep kanadı. Yıllarca gözlerim Fadime’yi aradı ıssız sokaklarda… Lise yıllarıma gelince benimde kokulu bir silgim oldu, hep sildim her şeyi… Yanlışları, yazıları, eğrileri, ama Fadime’ye atılan iftiranın izlerini silemedim silgimle!
Kör kuyulara düştüm rüyalarımda. Kenarında Fadime vardı hep. O masum yüzüyle “Ne olur kurtar beni, vallahi ben çalmadım!” diyordu…
NOT: 12.07.2021 tarihinde düzenlenen 'Özgür Kalemler Kompozisyon Yarışması Birincisidir.