AVRUPANIN GÖZÜNE DEĞİL ÖNCE HAKKIN RIZASINA ERELİM SONRA HALKIN GÖZÜNE GİRELİM
Mahmut TOPTAŞ
Avrupa Birliğinde yaşayan işçilerimize konferans vermek için gittiğimde İslami hizmetler veren bir kuruluşumuzun önderlerinden biri anlattı:
“11 Eylül 2001 tarihinin hemen ardından gözler üzerimize çevrildi.
Siyasiler, gazeteciler ve sosyal araştırma kurumları bizimle görüşmeler yaptılar. Gazeteciler röportaj yaptılar.
Bazıları uzun uzun sohbetler yaptı ama yayınlamadı.
Ünlü bir köşe yazarıyla uzun saatler boyunca oturup konuştuktan sonra kendilerine “Biz, bu Avrupa ülkelerinde otuz yıldır hiçbir toplantıya katılmadık. Bizim teşkilattan bir tek genç veya ihtiyar hiçbir kötü olaya karışmadı. Uyuşturucuya bulaşmadı. Bir tek gencimiz yaralama, gasp yapmadı. Biz konferans, seminer, sempozyum, açıkoturum gibi faaliyetler de yapmayız. Bizim üzerimizde bu kadar durmanızın sebebini anlayamıyoruz” dediğimde o ünlü yazar, “anlatayım” dedi ve başladı: “Bakınız, uyuşturucuya bulaşan Türk genci kendine ve bir de Avrupalı arkadaşına zarar verir. Yaralama yapan bir Türk genci ise yaralayabildiği Avrupalıya zarar verir. Gaspçı ise götürebildiği kadar paraya zarar verir. Ama siz, bu ülkeden insanların çocuklarından filanı Müslüman ettiniz. Kur’an’ı öğrendi. Arapçayı öğrendi. Bu ülkeyi ve dilini çok iyi bildiğinden binlerce Avrupalının Müslüman olmasına sebep oldu. “Avrupalı Müslümanlar derneği” ni kurdular. Radyo ve televizyonları kullanıyorlar. Gaspçı, uyuşturucu, Türk genci tek başına hareket eder. Siz organizesiniz. Bu ülke bütün halkının Müslüman olmasına göz yummak istemez. Ama eroinman olmasına göz yumar” demişti” diyor.
İslami cemaatlerden hiç birine katılmayan bir ailenin, Almanya’da doğan, orada büyüyen ilköğretim ve orta öğretimi Almanya’da bitiren çocuğunun haberlerini bilirim.
Alman pedagoglar, psikologlar, polisler ve ceza evi görevlileri topluca “Bununla başa çıkacak gücümüz kalmadı” raporunu verdikten sonra sınır dışı edilen bu delikanlının babası bana, “Ne yapacağımızı bilemedik. Almanya sınır dışı etmiş, ne yapalım bir de sana soralım” dediğinde benim teklifim, “Hemen Türkiye’ye gelmesini iste ve onu askere gönder. Paralı asker olmasın.
Dediğimi tuttu. Askere gitti ve döndü. Şimdi melekler gibi. On beş ayda kanı tamamen temizlenmiş. Durulmuş. Karınca ezmez bir vatandaş olmuş.
Kendisiyle görüştüğümde “Ne Almanın yüzü ne de markı” anlamında bir söz söyledi ve Türkiye’de hayatının geri kalan tarafını devam ettireceğini ifade etti.
Türkiye’de İlâhiyat fakültesiyle beraber Ankara Siyasal bilgiler fakültesini de bitirmiş, Doktora yapmak için İngiltere’ye gitmiş, Müslüman olan İngilizler üzerine doktorasını vermiş ve Türkiye’ye dönmüş bir dostum, “İngilizlerin Müslüman olmasına sebep Pakistan ve Hindistan’dan getirdikleri ve köle gibi çalıştırdıkları işçileridir.” Demişti.
Aktüel dergisinin 24-30 Kasım 1994 tarihli sayısında İngiliz Seafield Kontunun oğlu, Lord James Reidheaven’in nasıl Müslüman olduğunu ve onun İslâm’dan dönmesi için Amerika’nın en ünlü uzmanlarıyla üç ay bir dağ evinde zorunlu olarak tuttuklarını, üç ay sonra Lord’un imanının daha da arttığını gördüklerini anlatmışlardı.
Siz, bizim insanımızın Barbara Cartlad romanları okuduğuna, Maykıl Caksın veya Gypsy Casual dinlediğine, Cola içtiğine, kulağına küpe taktığına bakarak ümitsizliğe düşmeyin.
Her hangi bir gün Beyazit camiine veya Şişli camiine gelin, öğle vaktinden ikindiye kadar caminin önünde durun ve camiye girip çıkan insanlarımızın kıyafetlerini bir gözleyin.
Dışarıda görseniz hakkında iyi karar vermeyeceğiniz insanların camide birleştiğini göreceksiniz.
Almanya’da Hollanda’da, Fransa’da camiden uzak duran insanlarımız bile uzaktan camiden gelecek sese kulak veriyor ve gözünün bir ucuyla orayı gözeterek kaybolmamaya çalışıyor. Sıkıntılı zamanlarda camideki safta yerini alıveriyor.
Altmış yılın sonunda “Sizi almak istemiyoruz” dediler.
“Keşke” kelimesini sevmem.
Altmış yıl boyunca Avrupa Birliğine girmek için harcadığımız parayı işçilerimizin eğitimi ve ekonomik olarak güçlenmesine harcasaydık şimdi kibir kokulu ve acıtıcı “Sizi almıyoruz” sözü yerine acındırıcı “Aman bizi bırakmayın” yalvarışlarını duyardık.
Öyle ise insanımıza sahip çıkalım. Feda edecek bir tek insanımızın olmadığını, camilerimiz ve dinimiz etrafında birliğimizi devam ettirelim.