Bir ülkede ulusal duygu dediğimiz ileriye dönük, kesin olarak çağdaşlığı kavramaya yönlü duygunun gelişmesi ve yerleşmesi, anadili bilincinin yaratılmış olmasına bağlıdır. Atatürk’ün, birçok yeniliklerin yanında özellikle dil sorununa da el atması, onun bu konudaki inancıyla açıklanabilir.
Öyle anlaşılıyor ki Mustafa Kemal’in kafası, daha zafer günlerinden beri Arap harflerinden ayrılmak ve Türk yazısı bakımından da Batı ile bir bağıntı kurmak ve Rusya’daki Türklerle bağını kaybetmemek düşüncesindeydi. 1922’de Atatürk, Garp cephesinde, Halide Edip ve Adnan Adıvar’a, Türkiye’nin gelecek günlerdeki Batılılaşmasından söz ederken şöyle demişti:
“Sen, tıbbiye ile ordunun, en önce garplılaşmasından dolayı ilerlediğini söyledin. Biz şimdi bütün memleketi garplılaştıracağız.”
Hatta bu konuşmada, Latin harflerini kabul imkânından da bahsetmiştir.
Atatürk’ün bu konuda düşünceleri çok eskiye dayanır. Bu konuda, Dil Encümeninin aktif ve en bilgili üyelerinden Ahmet Cevat Emre bir eserinde Atatürk’ün evvela İzmit’te İstanbul gazetecilerine yaptığı bir konuşma hakkında ve Atatürk’ten naklen şunları yazar: Atatürk der ki: “Arap harflerinden Latin harflerine geçmeyi, eğer ben size bu meseleyi ancak son senelerde düşündüm dersem, inanmayınız. Ben tâ çocukluğumdan beri bu davayı düşünmüş bir adamım”
Bu hareketler, ister birer reform-ıslahat hareketi olsun, ister birer devrim sayılsın, Türk kültür savaşında onların önemi değişmez, zaten Gazi Mustafa Kemal, Latin harflerini baştan sona kadar “Türk harfleri” olarak adlandırmış ve bunları Türk inkılabının aslî malzemesi olarak benimsemiş, 9 Ağustos 1928’de, Sarayburnu’ndaki Halk gazinosundaki meşhur söylevinde şöyle demiştir:
“Yeni Türk harfleri çabuk öğrenilmelidir. Yeni Türk harflerini vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki, bir milletin yüzde onu, yüzde yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmezse bu ayıptır...”
Gazi Mustafa Kemal’in bu çok önemli ve meşhur söylevinden 651 yıl önce 12 Mayıs 1277’de Karamanoğlu Mehmet Bey’de meşhur fermanında şunları söylüyordu:
“Bu günden sonra hiç kimse sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda Türk dilinden başka dil kullanmaya...”
Görülüyor ki, Ulusallık, yani Türk varlığının ve Türk kültürünün tarih içinde belirmesi söz konusu olduğunda, bunun hemen ardında “anadil bilinci” de akla gelmektedir, çünkü dil, anlaşmayı sağlar, anlaşma da, içinde bulunduğumuz zamanı kapsadığı gibi eski dönemleri de kapsar; bir ulusun, kökenine inebilmek için de bu bilinç gereklidir; Karamanoğlu Mehmetbey’in ve Gazi Mustafa Kemal’in, dil üzerinde özellikle durmalarının ana nedeni de bu bilince duydukları sarsılmaz inançla açıklanabilir.
Bu bilince büyük bir katkıda bulunan, Türk dil birliğini sağlayan, Bilge Kağan’ın, Dede Korkut’un, Ahmet Yesevi’nin, Yusuf Has Hacib’in, Kaşkarlı Mahmut’un, Hacı Bektaş Veli’nin, Türkçe’nin güzelliğini ve zenginliğini gösteren, anadili bilincini olgun ulu bir çınara dönüştüren, Türkçe’nin bir edebiyat dili olmasında ayrı bir emeği, ayrı bir yeri olan Karamanlı Yunus Emre’nin; Türkçe’nin vardığı olgun düzeyde ve içinde yaşadığımız çağdaş dünyayı daha iyi kavrayabilmemizde payları çok büyük olan değerli şairlerin, yazarların Türk Dili’nin gerçek mimarları olduğunu vurguluyor, öz dilimizi korumamızda artık bundan sonra en büyük görevin öğretmenlere düştüğüne inanıyorum.
Sevgili öğretmenlerimizden çok rica ediyorum: Lütfen “Türkçe” derslerini öğrencilerin korktuğu bir ders olmaktan çıkarın, ‘Türkçeyi’ sevdirmek için elinizden gelen her şeyi yapın.
Türkçe ve edebiyat derslerinde okutulacak metinlerin çeviri metinler değil, Türkçe yazılmış metinler olmasına dikkat edin, bu metinler çağdaş yazarlarımızın yapıtlarından seçilebilir, ama eski olsun, çağdaş olsun, bu yazarların klasik niteliğe ermiş, yani örnek almaya hak kazanmış metinleri okutulmalıdır çocuklarımıza. Çünkü çocukluğunda belleğine kazınan Karaman öz Türkçesini eserlerinde titizlikle ortaya koyan Karamanlı bir yazar olarak, benim anlayışıma göre, Türkçe ve edebiyat derslerinin amacı bir şey belirtmek değil, Türk dilini sevdirmek, düzgün kullanılmasını öğretmek ve güzel yazıdan hoşlanma zevkini aşılamak olabilir ancak.
Dilbilgisi ve kompozisyona büyük önem verilmeli, konuşmasını ve düşündüğünü anlatmasını bilen insanların yetiştirilmesine dikkat edilmelidir. Edebiyat eğitiminin insanlık eğitimi demek olduğu unutulmamalıdır; boş, parlak göz kamaştırıcı söz kalabalığına dayanan şiirler, düzyazılar yerine, her bakımdan anlamca tok, yoğun, insan gerçeğine yönelmiş yazılara, şiirlere yer verilmelidir.
Bizde Türkçe öğretimi, Türkçe’nin öğretilmesine yeterli olamıyor, bundan dolayı dilimiz, bir iletişim aracı olarak yeterli biçimde kullanılamıyor, Türkçe ve edebiyat dersleri, yaratıcı gücü ve zevki geliştiren coşkulu bir ortama yöneltilmelidir, çağdaş kültür ve sanata gereken önem verilmelidir, Türkçe öğretisi bir anadil öğretisidir, anadil saygısıdır, anadil sevgisidir; okuyan, konuşan, yazan, tartışan, eleştiren kuşaklar, Türkçe’nin ana yapıtlarından, Türkçe’nin bahçesinden geçerek yetişirler ve bu bahçenin öz yurdu olan ve imbikten süzülen güzel Türk dilini temsil eden Karaman’dır efendim.
Ne mutlu ki bana Karamanlı bir yazarım.