Kuyudan su çekmeye giden gelinlik kız, hayallere dalar; “Filanın oğlu beni istemeye gelse, ailem de verse, kırk gün kırk gece düğün yapılsa, bir çocuğumuz olsa, benimle beraber su almaya gelse” derken, hayalinde de canlandırırken çocuk kuyuya düşüverirse, diye ağlamaya başlamış, onun ağladığını gören teyzesi durumu öğrenince, “Benim yeğenimin çocuğu kuyuya düşer de ben ağlamaz mıyım” diye o da ağlamaya başlamış, onu duyan dayı, hala, amca ve bütün aile ağlarken biri onları uyandırmış da ağlamayı kesmişler.
Hikâye gibi ama televizyon ekranlarındaki prof.’larımızla uzmanlarımızın yaptığının onlardan bir farkı yok.
İşgalci terörist İsraillilerin gücünü, ABD’nin gücünü, İngiltere’nin gücünü güya tenkit adı altında gözümüze değil, yüreğimize indirmeye çalışıyorlar.
“S…k yarışı” yapar gibi silah yarışı yaptırıyorlar ve hep karşı tarafın üstünlüğü üzerine konuşuyorlar.
Hakkın ve haklılığın da bir gücü olduğu hiç hatıra gelmiyor, getirilmiyor.
27 Mayıs darbesinin ardından şehre gönderilen valinin, dinsiz imansız davranışları sebebiyle halkta bir galeyan olur.
İslam enstitüsü öğrencilerinden bir grup bu İslam aleyhtarı hareketi engellerler.
Elebaşları, emniyet müdürlüğüne getirilir; vali bey de gelir, hakaretlere başlar ve elebaşının yüzüne tükürür.
Elebaşı sayılan o öğrencinin kendisinden dinledim, “Burnuna yumruğu koduğum gibi sırt üstü yere düştü.
Emniyet müdürü yirmi metre uzakta. O gelinceye kadar yirmi tekme vururum diye karnının üstüne çıktım tekmeledim.”
Şimdi burada durun ve o elebaşı öğrenciye ne olduğunu düşünün.
Aklınıza gelen şeylerin hiçbiri olmamış.
Nezarette o gece saat 24’ten sonra nöbetçi polisler gelerek bütün isteklerini yerine getirebileceklerini söylerler. Çay ve kahve ikramında bulunurlarken “Ellerine sağlık” derler.
Sabahleyin ifadeleri alınır, savcılığa sevk edilir, savcı, ceza almayacakları şekilde ifadelerini kendisi yazar ve hâkim de öğrenci olduklarını nazarıitibara alarak tahliye eder.
Dava uzun yıllar sürer. Öğrenci, öğretmen olur, şimdi büyük şehir olan bir ilde vali ile öğretmenin yolları kesişir ve o olayı hatırladıklarında, vali, hani hastanelerde sessiz olunması için bir hastane görevlisinin sağ şehadet parmağıyla ağzını kapatma şekliyle cevap verir, olayı kapatırlar.
Emniyetteki görevlilerin, savcının, hâkimin kalbini çalıştıran Allah celle celalühtür.
Bedir’de 313 Müslüman’a karşı 950 kâfir savaşmıştı.
Bir Müslüman’a karşı üç kâfir.
Aynı kabilenin insanları karşı karşıya.
Farklı olan, haklılığın verdiği güçtür.
26 Ağustos 1071 Alparslan’ın ordusu 50.000, Romen Diyojen’in ordusu 200.000.
Bir Müslüman’a dört kâfir.
Haklı olan, savaş şartlarına da riayet edince kazanıyor.
“Günümüzde uzaktan silahlarla savaşılıyor” bahanesi geçersizdir.
Savaş, insanlarla yapılır ve bu, kıyamete kadar böyledir.
Atom bombasından biyolojik silaha kadar hepsini yapan ve atmak için düğmeye basacak olan insandır.
“Robotlar çıktı hocam” demeyin.
Robotları yapan insandır ve onu uzaktan kumanda ile yok eden de insandır.
İnsanın da kalbini çalıştıran Allah celle celalühtür.
Malazgirt’te Romen Diyojen’in ordusunun sağ kanadının en namlı cengâverleri, savaşın en kızışmış vaktinde Tamış Bey’in komutasında, Alparslan’ın tarafına geçivermesi gibi, atom bombasının düğmesine basma görevlilerinin de kalbine silahın namlusunu haksızlar tarafına çevirmek getiriverilir.
Çanakkale’de Seyyit Onbaşı’nın kaldırdığı 215 okkalık, bugünkü tartıya göre 276 kiloluk mermiyi, tek başına namluya sürmesiyle savaşın seyrini değiştirdiğini hepimiz biliyoruz.
O güne kadar ve ondan sonra da Seyyit Onbaşı, o kadar kiloyu kaldıramamıştır.
Zor zamanlarda, bir de haklı olursan, alınması gereken bütün tedbirleri de alırsan Allah celle celalühün yardımı kesindir.
Ya gazi olacaksın veya şehit olacaksın.
Her iki halde de kazanan sen olacaksın.
“Oraya gitmeseydi ölmeyecekti” sözü, cahiliyye/inkârcılık döneminden kalma bir laftır ve Uhud harbinde Medine münafıklarının başı Abdullah bin Übeyy söylemiştir.
Rabbimiz bizi uyarıyor:
“Sonra kederin ardından sizin üzerinize güvenlik, uyku indirdi ki, o sizden bir grubu örtüyordu. (Yani görevi yerine getirmenin güvenliği ile rahat uyuyorlardı) Bir grup da (münafıklar), kendi dertlerine düşmüşler, Allah hakkında cahiliyye dönemi zannı gibi, haksız bir zanna kapılmışlar ve "Bu işten bize bir şey var mı?" diyorlar. De ki; "İşlerin hepsi Allah'a aittir" sana açıklamadıklarını kendi içlerinde gizliyorlar. "Bu işte bizim de bir şeyimiz (Bizi dinleselerdi) olsaydı burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki: "Şayet sizler evlerinizde olsaydınız, ölüm kendisine yazılanlar öldürüleceği yere çıkıp gidecekti." Bu, Allah'ın göğüslerindekini imtihan etmesi ve kalplerinizdekini temizlemesi içindir. Allah, göğüslerin özünü hakkıyla bilir.” Al-i İmran süresi ayet 3/154)
Uhud Savaşı’na çıkmadığı halde o günlerde evinde ölenler veya öleceği yere kadar yolculuk yapıp orada ölenler oluyor.
Günümüzde akşam beraber sohbet ettiğiniz adam sabahleyin sapasağlam gidiyor ve gittiği yerde ölüveriyor.
Öleceği zaman ve mekân Rabbim tarafından belirlenmiş.
Münafıkların sözüne kanmayalım:
“Onlar (münafıklar, evlerinde) oturarak kardeşlerine; "Eğer bizi dinleselerdi öldürülmezlerdi" dediler.
De ki: "Eğer doğru söylüyorsanız haydi ölümü kendinizden savın.
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayınız. Bilakis diridirler, Rableri katında rızıklandırılırlar.” (Al-i İmran süresi ayet 3/169)
Şu ayet-i kerimeyi hiç hatırdan çıkarmayalım:
“Ey iman edenler, yeryüzünde dolaşırken veya harbe giden kardeşleri hakkında; "Eğer bizim yanımızda olsalardı ölmezler ve öldürülmezlerdi" diyen kâfirler gibi olmayın. Allah bunu onların kalplerine hasret olsun için yaptı. Allah diriltir ve öldürür. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Al-i İmran süresi ayet 3/156)