Sene 1983... Yeni şehrin camilerini dolaşıyorum ve cemaatin nüfusa göre oranını, bir de yaş durumunu tahmin etmeye çalışıyorum.
Yaşı otuzla kırk arası cemaat sayısı genç ve yaşlılardan fazla.
Ayrı zamanlarda bunları konuşturduğumda, lise mezunu olduklarını, esnaflık yaptıklarını ve lisede din dersi öğretmeninden etkilendiklerini anlattılar.
Ben, o öğretmeni İstanbul’da buldum, konuştum ve nasıl yaptığını sordum.
Dedi ki, “Ben, 1966 yılında Konya Yüksek İslam Enstitüsünden mezun oldum.
Öğretmenlerim bana gazı biraz fazla vermişler veya ben fazla çekmişim.
Şehitliği ve gaziliği öğretmişler ve Müslüman’ın önünde hiçbir gücün duramayacağını bana işlemişler.
Lisede imzamı atarak stajyer öğretmen olarak başladım ama din dersi seçmeli olduğundan ve bir tek öğrencinin bile din dersini seçmediğinden, dersine gelemeyen öğretmenlerin sınıfına gireceğimi müdür bey kendisi bana söyledi.
Ne yapacağımı bilemedim.
Cuma günü camide vaaz verdim.
Yerde alıp gökte yiyen bir vaazdı o.
Etrafıma cemaat toplanıverdi.
İkinci vaaz, üçüncü vaaz derken Ege Denizi’nin kenarındaki bu şehirde, cami ve dini eğitime yardım eden hacıya bir teklif götürdüm.
Müdür beyin odasını, masasını, koltuğunu, sıvasını hepsinin dökülüp gittiğini, burayı başbakanlık koltuğu gibi yapacağımı söyledim ve “Bu parayı verir misin” dedim, Hacı, “Para rakamı sorun değil” dedi.
Hemen müdüre koştum.
“Müdür odasını başbakan odası gibi yapacağım, karşılığında sen de din dersini istemeyen velilerin “Benim çocuğum din dersi almasın” dilekçesini bir hafta içinde sunmadıkları takdirde din dersine girmek zorundadırlar yazısını yazınız” dedim, o da, “Bu benim davama ihanet olur” deyince hemen odasından çıktım.
Deli gibi dolaşıyorum, çareler arıyorum.
Bir gün cebime ekmek bıçağını aldım, müdürün odasına girdim, kapıyı içerden kilitledim, müdürün üzerine doğru yürürken korkutmak için değil, gerçekten bıçaklamak üzere yürürken, “Ben bugüne kadar ‘kâfir’ kelimesini duyduğumda hep Rus gavuruyla Amerika ve Yunan gavurunu aklıma getirirdim, meğer senmişsin o” dedim ve masanın etrafında dönmeye başladık. Sonunda “Dur, tamam, dediğini yapacağım, otur yerine” dedi oturdum, o da oturdu.
Başmüdür muavinini çağırdı, kapının kilidini ben açtım ve başmüdür muavinine benim dediğim şekilde dilekçe yazılmasını söyledi ve bir tek veliden, “Din istemiyoruz” dilekçesi gelmediğinden bütün öğrencilerle ben bakanlığın işe yaramaz programlarını değil, öğrencilerime hayat boyu lazım olanları öğrettim” demişti.
Bakanlık müfettişliği de yapan bu öğretmen, bir yıl önce vefat etti. Allah rahmet eylesin.
Ahmet Hamdi Savlu merhum, İslam Enstitüsünde bizim de hocamızdı.
Tefsir doktoru olduğu halde, ehliyete önem veren bu hocamız, tefsir dersini vermeyi, Arap dili ve edebiyatı sahasında Türkiye’nin en iyilerinden olan Hüseyin Küçükkalay merhuma bırakıp kendisi felsefe derslerimize girerdi.
Savlu, okulun programına şekil olarak uyardı.
Bilinmesi gereken beş filozofu ve yanlışlarını anlatır, bir sene boyunca “nasıl mücahit olunur”un dersini verirdi.
Felsefe kitabından bizi sorumlu tutmazdı.
Her imtihanda o beş filozofun görüşleri ve yanlışlarını sorardı.
Öğretmenliği boyunca, saatinde dersine giren, saatinde çıkan, bir dakikasını boşa geçirmeyen ama ders ünitesinde faydalı olsun olmasın, hepsini haftasında ve saatinde yerine getiren, neyin yararlı neyin zararlı olduğunu “büyüklerimiz daha iyi bilir” mantığıyla hareket eden öğretmenlerimizin, öğrencilere ve eğitime hiçbir katkısı olmadığını, her öğrencinin yürüyüşünden, hayat boyu hareketlerinden görüyoruz.
Bazı öğrenciler de onların isimlerinin ardına bir ad takıveriyorlar.
Bakanlar, rektörler, dekanlar, müdürler, öğretmenler, yarın görevden alınacağınızı veya kalpten ahirete gidivereceğinizi hesap ederek bugünün hayırlı işini yarına bırakmayınız.
“Böööyyyyük işlerle uğraşıyordum” maskesi kusurlarımızı kapatmaz ahirette.