Anamur’un güzel yerlerinden biri Abanoz Yaylasıdır.
Ermenek-Anamur Karayolunun 50. kilometresinde yer alan 1.450 metre yüksekliğindeki Abanoz Yaylasında iki gece geçirdim.
Kaldığım yerin karşısında, Abanoz’un sedir, ardıç, köknar ve karaçamla kaplı gür ormanları vardı.
Geniş terasta, akşam yemeğini yedikten sonra, çam kokan yayla havasını teneffüs etmek için yerimden kalkmadım.
Işık yetersizdi ama kitabımı okumaktan vaz geçecek halim yoktu.
Kitaba yoğunlaşmış olduğum bir sırada, aydınlığın arttığını hissettim. Başımı kaldırınca, Abanoz ormanlarının gerisinden yükselen, bir sini genişliğindeki dolunayı gördüm.
Kitabı kapattım, kenara koydum. Bir kaç gün önce yıldız şölenini izlemiştim. Bu kez sıra dolunayda idi. Abanoz’un ilk ikramı, bir gün hikayesini sizinle paylaşacağımı söylediğim Hacı Veli Şimşek ile karşılaşmak olmuştu.
İkinci ikram, dolunaydan geldi. Bedenden ruha yol bulan ışık demeti, ormanın ve Toroslar’ın serinliğiyle Abanoz’u kuşattı.
Doğada her şey, bir işleve sahip. Eğer vakit ayırırsanız, benim nimet demeyi tercih ettiğim her varlık, size görsel şölen sunar.
Bu gecenin solisti, sahneye erken çıkan dolunay oldu. Öyle büyük bir salonda sahne alıyordu ki, sadece benim hisseme düşen yer, binlerce dönümdü.
Giriş ücreti ödemeden, rezervasyon yaptırmadan şahsıma ayrılan bu büyük locada gözüm dolunayda, zihnim dünyanın bir köşesinden başka köşesine sörf yapıyordu.
Dolunay, Orman, Kemençe
iPhone’ndan müzik dinlediğim uygulamayı açtım. Ne dinlemeliyim sorusuna vakit kalmadan Derya Türkan’ın Kemençesi’ni buldum.
Önce Sultan-ı Yegah Taksim, ardından Saba Mersiye geldi.
Daha sonra Derya Türkan, Erkan Oğur ve İlkin Deniz’in ortak eseri Gül Mevsimi vardı. Bu eser, başka albümdeydi. iPhone’umun veya uygulamamın ikramı olarak gördüm.
Abanoz Yaylası, içindeki canlı, cansız, farkında olsun olmasın, her nesne ay ışığında yıkandı.
Ağaçların kokusu, dolunayın ışığı, kemençenin tiz sesi, gökkubbede bir hoş seda, bende bir hoş anı olarak kaldı.
Sabah erken uyandım. Dolunay’ın yıkadığı doğa, ışıl ışıldı. Az sonra, bu ışıltı, nöbetini güneş ışığına bırakacaktı.
Gözlerim, Abanoz ormanlarında kaldı. Veda hüzündür. Ama bir başka yere gidilecekse veda yola çıkmanın şartlarındandır.
Orta Toroslar’da, Kaş Pazarı Yaylasına gideceğiz.
Kaş, coğrafi terim olarak, sarp kayalık, yamaç, uçurum demektir. Türkçede, adını organlarımızdan alan onlarca coğrafi terim vardır. Dil, göz, ağız, ayak, burun bunlardan bazılarıdır.
Kaybolmak Güzel Şey
Güzergahta tabela yok, yol sorabileceğimiz kimse yok. Aslında güzergah yok.
Rüzgar, kar, yağmur, kış ayazı Torosların bu bölümlerini acımadan tıraş etmiş. Görkemli kayalar, ara ara genişleyen düzlükler, usturadan yeni çıkmış kafa gibi dazlak.
Saatler süren meşakkatli yolculuğun bir noktasında bir arıcı görüyoruz.
Durduğumuzu görünce, sarp kayalardan kaşla göz arasında iniyor ve “Hoş geldiniz”, diyor.
Yolu soruyoruz. Bizi inceliyor, kafasında tartıyor, ölçüyor, biçiyor.
Yanlış geldiğimizi belirtiyor. Ardından devam ediyor:
“10 dakika daha bu patikayı takip edin. Söğüt ağacı göreceksiniz. Oradan kana kana su için, elinizi, yüzünüzü yıkayın. Yolu, dönüşte tarif ederim.”
Şaka yaptığını düşünüyoruz. O çok ciddi. “Buralara yolunuz düşmüş. Suyun tadına bakmadan dönmeyin. Suyu için, bana hak vereceksiniz” diyor.
Uzun konuşmayı sevmediği belli. Tarif ettiği yöne gidiyoruz. 10 dakika, 15 dakika, 20 dakika...
Söğüt ve su kaynağını göremiyoruz. Yanlış yöne saptığımızı düşünürken söğüt uzaktan gözümüze ilişiyor.
Bir mescit, açık hava mescidi. Girişinde söğüt. Torosların sıcaktan kavrulmuş bir noktasında, esintiye kendini koyuvermiş, sallanıyor.
Araçtan iniyorum, bir serinlik, bir serinlik. Küçücük bir ağaç, bu serinliği neresinde üretir, nasıl üretir? Anlamak mümkün değil. Yüzden fazla klima olsa, bir küçük elektrik santralı çalışsa, minik söğüt, serinlik sunmada baskın çıkar.
Mescit ve çevresinde otlar boy vermiş. Vaha gibi.
Ya yukarıdaki pınara ne demeli? Kesintisiz, dolgun dolgun akıyor. Çevresinde ne çok canlı var. Ya yalağa gidiyorlar, ya yalaktan dönüyorlar.
Müthiş bir hareketlilik var, keşmekeşlik yok. Herkes kuralı biliyor, biri diğerine engel olmuyor. Suya doyan canlı, oyalanmadan yerini bir başkasına bırakıyor.
İnsanoğlu için sıra yok. Hemen öne geçiyoruz. Ana kaynak bize ayrılmış gibi, suyun aktığı oluğa kimse yanaşmıyor. Kimseden kastım, börtü, böcek.
Elimi uzatıyorum, avuçlarım dolmadan bağırıyorum:
“Aman Allahım!”
Su, buz kesmiş. Avuç avuç içmek ne mümkün. Arabadan şişe alıyorum, dolduruyorum, öyle soğuk, öyle soğuk, ikinci yudumu içemiyorum. Kana kana içmek yerine, dura dura içiyorum.
Lezzetli mi lezzetli.
Yörük, suyun tadını biliyormuş, suyu, sudan tat almayı bilen insanlar mübarek olmalı.
İnsanlığa bakar mısınız?
Sarp kayaların tepesinden inen bir ademoğlu, tanımadığı iki kişiye, “10 dakika daha gidin, su için” diyor. Böyle güzel ikramla karşılaştınız mı?
Torosların 2000 metreden yüksek doruklarındaki bir pınarı tarif eden, yolunu kaybetmiş iki dosta, o lezzetli suyun tadına bakma imkanı sunan mübarek insanı unutmak kolay mı?
Torosların en lezzetli suyuna sahip pınarı, karşılık beklemeden, kendisinden istenmeden ikram eden kişi, artık benim “İyi Adamlar Sözlüğü”mde.
Yolu kaybetmek, pınarı tarif eden yörüğe tesadüf etmek, söğüdü görmek, serinliğinde mola vermek, doyasıya su içmek...
İşte bunlar hep nasip.
Su içerken önce nimetin sahibine şükrediyorum, sonra gıyabında, arıcılık yapan yörüğe teşekkür ediyorum.
Nasibinizde varsa, dağ başında yolunuzu kaybedersiniz, bir cömert insan ülkenizin en tatlı suyunu size ikram eder.
Abanoz Yaylası, orman havası, dolunay ışığı ve pınarın şeker suyu...
Gün bitmeden bunca ikramla başı dönmüş ben, daha ne cömertliklerle karşılaşacaktım.
Bir düşünün, size bu gün hangi ikramlar yapıldı.
(Gezi Notlarımdan)