Yeryüzünü mekan olarak dar bulan insanlar var.
Bazı insanlar da avuç içi kadar bir mekanda ömür sürer, dünyanın genişliğine hayret eder.
Benim anlatacağım insan bir derviş.
Belki bir ermiş.
“Hücrem” dediği bir vadiye ömrünü vermiş.
Dünyanın büyük olduğunu bilenlerden. Ama insanın dünyadan daha büyük olduğunu da bilenlerden.
Yeryüzünde rızkın bol olduğuna, insanın bu nimetlere ulaşması için çaba göstermesi gerektiğine iman etmiş bir derviş.
İnsanın bir adım uzağa gitme çabasını Allah’ın lütfu bilenlerden.
Onu uzun yaz Ramazanlarından birinde tanıdım.
Güneydoğu’nun en güzel illerinden birine bağlı bir ilçe. Güzel ülkemin cennet köşelerinden.
Doğası, insanları da güzelleştirmiş.
İbni Haldun’un “coğrafya kaderdir” sözünün hayat bulduğu mekanlardan.
Sıcak ve uzun yaz Ramazanlarının birinde, ulaşımı çok zor olan bu ilçeyi görmek istedim.
Yolculuk olağanüstü geçti.
Dağların arasından döne döne gittik. Pınarlarda mola verdik, elimizi yüzümüzü yıkadık.
1700 rakıma kadar indik.
Koyun ve keçi sürülerinin peşinde yaylalarda hayat süren göçerlere merhaba dedik.
Tozdan topraktan nasibimizi fazlasıyla alarak, minicik ilçeye, yaz ortasında gürül gürül akan bir çayın üzerine kurulu köprüden geçerek girdik.
İl merkezi ile ilçe arası 110 kilometre. Yolu 5 saatte tamamladık. Molalarımız olmasa, 2.5 saatte ulaşabileceğimizi hesapladık.
İlk durağım, vadiye hayat veren çayın kavis yaptığı alanın en ucuna yapılmış tarihi cami oldu.
Çayın kenarında söğüt gölgesinde, çimlerle kaplı birkaç metrekarelik, bununla birlikte sanki suyun akışıyla sonsuza uzanıyor hissi veren alanda, bir köşeden akan buz gibi kaynak suyuyla abdestimi aldım.
Boy abdesti alır gibi her yerimi yıkayıp yolculuktan üzerime sinen toz ve yorgunluktan arındım.
İkindi namazında cemaat arasında idim.
Doğu, özellikle güneydoğuda camiler enine büyük olur. İlk safta yer almanın sevabını daha çok kişi alabilsin diye.
İmama uyup farzı tamamladık.
Tesbihat ve duadan sonra çok derinden gelen, yumuşacık bir ses, aşır okudu.
Kuran’ı Kerim’i dinlerken, imamı görmek için uğraştım. Cemaat, Cuma cemaati kadar vardı.
İmamı, geniş yüzünü daha geniş gösteren, olgun ve vakarlı bir hava veren hoş bir sakaldan ibaretmiş gibi gördüm.
Kur’an bitti, cemaat camiden ayrılmaya başladı.
Arka saftaydım ve imamla tanışmak için, yerimden kıpırdamadan oturuyordum.
Yabancının veya turistin ayak basacağı bir yer değildi. Böyle olduğu için kapıya yönelen herkes, meraklı meraklı bakarak yanımdan geçti. Gülümseyen ve hoşgeldin diyenler oldu.
İmam ve bir kaç kişi kalmıştı. Cemaatin boşalttığı camiyi, açık pencerelerinden süzülen altın sarısı aydınlık ve çaydan gelen ahenkli şırıltılarla serinlik doldurmuştu.
İmam, dosdoğru bana geldi, yerel şiveyle hoşgeldin, dedi.
Benden bir hayli yaşlıydı.
Sanki 40 yıllık dostmuş gibi bir samimiyet ikimizi de sardı.
Kendimi tanıttım, o da adını söyledi.
Camiden çıktık, elimi bırakmadı, ilçenin bakkalı, tv ve radyo tamircisi, küçücük bir lokantası, berberi, ayakkabıcı ve terzisi, nalburu, beyaz eşya satıcısı, tüpçüsü, yem bayi gibi otuz civarında işyerinin önünden her gördüğümüzle selamlaşarak, yine çay kenarında kurulu küçük bir parka oturduk.