TATİL DEĞİL SILA-İ RAHM
Mahmut TOPTAŞ
“Tatildeyim” demeyeceğim. Anladığımız anlamda Müslüman’ın tatili olamaz.
Biz, buna “Sıla- rahm” diyelim. Dost ve akraba ziyaretleri, gönül almalar, merhum babamla annemin ahbaplarının gönüllerini almaya devam ediyorum.
Sağ-sol ayırımı yapmadan eskimeyen dostlarla sohbetler yapıyorum.
Berat gecesi günü, bu dostlardan 19 kadarıyla bizim evde yemekten sonra Sevgili Peygamberimizle Ebu Zerr el Ğıfari arasında geçen uzun bir hadisi sohbet konusu yaparak, Sevgili Peygamberimizin her soruya iki veya üç kelimelik cevaplarını açarak, karşılıklı konuşarak dilimizi tatlandırdık, gönlümüzü ballandırdık, Rabbimizden beratımızı umarak gece yarısı ayrıldılar.
Dost meclislerini olmazsa olmazı Sakallı İbrahim de vardı.
Bazıları göre Gözlüklü İbrahim.
Onu siz tanırsınız.
02/05/2003 Tarihli Milli Gazete’deki yazımda “Sabır Taşı İbrahim” başlığı altında size tanıtmış ve “Tanıdığım Ünsüzler” isimli kitabıma da şöyle almıştım:
“Kadir gecesinde değil, kocakarı soğuklarının hüküm sürdüğü gecede dünyaya geldi.
Anasından emdiği süt burnundan gelmedi. Çünkü o, ana sütü emmedi.
Belâlar bağdaş kurup evin köşesinde otururken o eli böğründe, belanın emrinde pösteki sayıyordu. Halinden şikâyet etmedi. Pöstekinin her kılında “Hasbünallah” diyerek belaları da helva gibi tatlandırdı.
Elin kısmeti Hint’ten Yemen’den gelirken onun elindeki kısmeti Kaf dağının arkasına uçtu gitti. O üzülmedi oruçla telafi etti.
Ellerin her tuttuğu altın olurken, onun tuttuğu altın, bakır olurdu. Ama o, “Yüküm hafifledi, Allah beni, altının altında bırakmadı” diyerek sevindi.
“Kısmette ne varsa kaşıkta o çıkar” deyip dört kulplu dünya kazanına kaşığını uzattı ama kazan kaşığını da kaptı.
Bazıları turnayı gözünden vururken o, gözünden vuruldu ve kanadı kırıldı. O, turnayı kör etmediğine sevindi.
Belalar yağmur olup yağarken onun sabır bardağı hiç taşmadı. Acıyı acıyla gideren Allah’a olan hamdine devam etti.
Çile çekti, çilesi bir türlü dolmadı ama o, hiçbir zaman canından bezmedi ve şikâyet etmedi. Dişini sıktı. Dinine sımsıkı sarıldı. Şefkat tokatları onu hep Rabbine doğru koşturdu.
Talihi yar olmadı. Garipti ama yuvasını yapan olmadı. O ise gariplerin yâri oldu, yaralarına merhem olmaya çalıştı.
Güvendiği dağlara kar yağardı. O ise belalarla kartopu oynardı.
Tuttuğu dallar eline gelirdi. Ama o, dallar kurumasın diye eker ve dostluk ormanı yeşertirdi.
Şehirde herkes onu tanır, sever, sayar, espri patlatacak diye iki dudağının açılması için ne numaralar yaparlardı.
Bıçak kemiğe dayanmadı, bıçak onun kemiğinden korkup kaçtı. O ise belanın kaçışına ne fıkralar üretirdi.
Onun düştüğü damdan düşen olmadığı için halinden anlayan yoktu. O, her türlü damlardan düştüğü için her kanadı kırığın tesellicisi idi.
Canı burnuna gelip orada beklemekten yoruldu. O, canından bezmedi. Kafesten uçmaya çalışan can kuşunu Allah’ın zikriyle sakinleştirdi.
Gam yüklü kervanın, kervanbaşı idi. İçi ağlarken dışından hep güldü ve güldürdü.
Aç kalan, ilaç bulamayan, müdüründen fırça yiyen, hanımından azar işiten, iflas eden herkes onu bulur, neşe saçan esprilerini dinler efkâr dağıtırdı.
Dişlerini fazla kullanmadı ama çabuk döküldü. O, buna hiç üzülmedi. Çünkü dişleyecek bir şeyi yoktu.
Bir gün ellerini kaldırdı “Allah’ım, Ümmeti Muhammed’e gelecek belaların hepsini bana ver. Ben alıştım. Başka kulların çekmesin” dedi.
İşte o günden beri, ben de halimden şikâyet etmemeye kendimi zorladım ve faydasını gördüm.
Tavsiye ederim.”