Ekim ayı geldi. Ekim ayı, baharda veya yazda yiyeceklerimizi ekme ayıdır.
Çiftçi bu günlerde yağmur bekler.
Yağmur yağdıktan sonra toprağın suyu çekmesini ve ekmek için toprağın tava gelmesini bekler.
Toprak tava gelince, toprağı alt-üst etmek için sürer; yabani otlar toprağın içine girer, toprak nemli olduğu için çimlenir, danesinden baş gösterip çıkar.
İşte on veya on beş gün sonra çiftçi, tarlaya tohumunu atar ve yeniden sürerken ekilene zarar verecek otlardan da kurtulur.
Çünkü bu sürme işinde o çimlenen daneler ve çekirdeklerin kökü kazınmış olur.
Sevgili peygamberimize 610 yılında Rabbimiz tarafından elçilik görevi verildiğinde, Mekke’de on üç yıl, Rabbimizin emirleri doğrultusunda o güne kadar toplumun yaptığı yanlışları yok etmek, doğruları onun yerine ve aslına döndürmek olur.
Suçlardan dolayı kimse cezalandırılmıyor, çünkü hava oluşmamış, mekân tavına ulaşmamış.
Beyinleri tava getirmek, havayı değiştirmek için “Kelime-i Tavhid” dediğimiz “La ilahe illallah/Allahtan başka yaratan, yaşatan, yöneten, donatan yoktur” cümlesinin “La ilahe” bölümü kendini Rab yerine koyan, “Ben de yaparım, ben de yönetirim, ben de donatırım, Allah’ı bu işe karıştırmayız, çıkarlarımız zedelenir..” diyen Firavunvari sözler söyleyenlerin ağırlıklarını gönüllerden, zihinlerden söküp atma bölümüdür.
“İllallah” bölümü de gönüllerden sökülüp atılan pıtrak dikeni gibi insanların kimliğine, kişiliğine, hayatına..batan putlardan arındıktan sonra İllallah/yaratanın, yaşatanın, yönetenin, donatanın Allah olduğu imanıyla kalplerin süslenmesidir.
“Demir tavında dövülür” demiş atalarımız.
Köyde bizim kılıcımız yoktu.
Ama çift sürdüğümüz kara sabanın toprağa giren demiri, zaman içinde aşınınca toprağa giremez olur.
İşte o zaman köyümüze gelen demirci usta, sabanın demirini ateşin içine sokar, körükle ateşi harlar, demirin tava geldiğini demirdeki kızıllığın renginden anlardı ve işte o zaman demire şekil vermeye başlardı.
Kaba saba, görgüsüz magandalar yetiştirdikten sonra trafikten, ticaretten, siyasetten köşe dönenler, estetikçilerden altın tozuyla kahve içenlerden, tarihçilerden suç işleyenlerle ceza vererek uğraşmak zor tarafı seçmek ve sonuçsuz kalmak demektir.
En ünlü Profesörün, “Musa daha çok şeydir. Bunun tartışması şöyle yapıldı. Musa, İsrail kavminin adamı değildir. Doğrudan doğruya Firavunun kızının…dir” diyorsa gerisini sen düşünüver.
Tarlayı yabani otlardan temizlemeden mahsulümüzü yabancılara boğdururuz.
İki yüz yıllık devlet yönetimimizde, doğrudan yabani fikirler saçtılar tertemiz gönle sahip çocuklarımızın yüreklerine.
O hale geldik ki, yanlışlar doğru, doğrular yanlış hale geldi.
Namussuzlar yanında namuslu insanlar kendilerini suçlu hisseder hale geldi.
İlk ve orta öğretime tertemiz başlayan çocuklarımızın, evde anne ve baba, okulda öğretmenlerin halleriyle de halleşiyorlar.
Anne baba ne ise çocuklar öyle yetiştiği gibi, öğretmenin durumu da çocuklara sirayet ediyor.
Ondan sonra bu çocuklar büyüyünce kestirmeden köşe dönmeye başlayınca, köşe dönerken daha güçlü köşe dönücünün çıkarına dokununca o küçük magandayı yakalamakla suçları önleyeceğimizi zan ediyoruz.
Ortamı değiştirmek gerekir.
Eğitimin masalarının yerlerini değiştirmek, tatillerini değiştirmek, kıyafetlerini değiştirmek, devamsızlıklarını değiştirmek, makyajla ihtiyarı gençleştirmeye benzer.
Havayı değiştirmeden pis kokuyu çıkarmamız mümkin değil.
Toprağı tavında işlemeden mahsul almak mümkin değil.
Amerikan kültürünün en üst seviye diye sundukları mostralık adamları, Biden ve Trump gibi adamlar olduğu gibi, Çin kültürünün ürettiği mostralık adamı Mao olduğu gibi, Yahudi kültürünün ürettiği en üst seviyedeki mostrası da Netanyahu’dur.
Bunların kültürüyle yetiştirdiğimiz insanlarımızdan şikâyete hakkımız yok.
İslam devlet olarak yaşanmadığından bizden örnek istemeyiniz.
Biz, batılın ürettiği batının kötü bir örneğiyiz.
Daha önce de yazdım, 12 yaşımdan beri İslami eserlerin arasındayım ama kafamın içindekilerin ölçümü mümkin olsa, ağırlık yabani otlarla doludur. Eğitim böyle, hayat böyle.
Yemenden Rusya’ya, Hindistan’dan İspanya’ya kadar üç kıtada İslam adaleti içinde insanları yaşatanlar, eğitimlerine başlarken:
“Söyle bakayım, Efal-i mükellefin kaçtır?
Yani ergenlik çağına gelmiş bir insanın mutalak dikkat etmesi gerekenler kaçtır.
Cevap, “sekizdir.”
Say bakalım, Farz, Vacip, Sünnet, Müstahab, Mübah, Haram, Mekruh, Müfsid.
Bu sekiz şey, insan hayatını düzenleyen kıstas/kriterlerin tamamını içine alan ıstılah/terimlerdir.
İman kitaplarımızda, fıkıh kitaplarımızın taharet namaz, oruç, hac, zekât, alış-veriş, …bütün hukuk maddelerinde geçerli olan ıstılah/terimlerdirler ve bunlar yalnız öğretilmez, öğretilenler, anne, baba, öğretmen, toplum tarafından nasıl uygulandığı gösterilirdi.
Şu anda yüz yıl içinde çıkarılan ve uygulamada olan kanunların bir tanesinin içinde bu sekiz maddeden Helal veya Haram kelimesi geçmez.
Ondan sonra da en eğitimli bildiğimiz insanların yaptığı yanlışları, televizyondan dinlerken “Eyvaaaah” demeye devam ederiz.
Çare, Rabbimize gönül verdikten sonra, kelamına kulak verip uygulamaktır:
يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
Ey huzura eren nefis,
ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً
Sen Rabbinden hoşnut, Rabbin de senden hoşnut olarak Rabbine dön.
فَادْخُلِي فِي عِبَادِي
Gir kullarımın arasına,
وَادْخُلِي جَنَّتِي
Gir cennetime.” (Fecr süresi ayet 89/27-30)
Mehmet Akif Ersoy merhum da:
“Eğer çiğnenmemek isterseler seylâb-ı eyyâma;
Rücû’ etsinler artık Müslümanlar Sadr-ı İslâm’a.”
Yani “Günümüzün taşkın, yıkıcı inkâr seline kapılmak istemezlerse, İslam’ın aslına dönsünler” diyor.