Önce kendimizi koruyacağız.
Kendisini koruyamayan, başkasını koruyamaz.
Bulaşıcı hastalıklarla boğuşan “Sınır Tanımayan Doktorlar” bir ülkede salgın olduğunu duyduklarında, oraya gidiş yollarını ayarlarlarken o salgın hastalığının mikrobuna karşı kendilerini aşılatırlar.
Aşılamayı yapmadan giden doktorlar da, doktora muhtaç olurlar.
Sonra herkes kendi ailesini koruyacak.
Sıcaktan, soğuktan, hastalıktan, cehaletten, açlıktan, kafirlik mikrobundan, kafirlikten kaynaklanan zulüm, baskı, işkence, işgal, sömürü…den koruyacak.
Mahallemizi veya köyümüzü koruyacağız.
Şehrimizi, ülkemizi ve insanlarını koruma konusunda sorumluluğumuz, sahip olduğumuz güçle orantılıdır.
Muhtarlar, kaymakamlar, valiler, komutanlar, rektörler, bakanlar ve başkanlar, güçleri oranında sorumludurlar.
Rabbimiz buyurur:
“Ey iman edenler, kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır. Onun (ateşin) üzerinde kaba ve güçlü melekler vardır. Allah'ın onlara emrettiklerine karşı gelmezler ve emredilenleri yaparlar.” (Tahrim Süresi, Ayet 66/6)
Kimse bahane arkasına sığınmamalıdır.
Ailede, “Ben doğruyum da eşim yanlış” deme.
Sorumluluğu paylaş.
Eşini seçen sensin.
Adam doğru da yardımcıları ve danışmanları onu yanıltıyor…
Rabbimiz, Musa Aleyhisselam’ın yokluğunda İsrail oğullarının, altınlarından buzağı yapıp tapındıklarını, Musa Aleyhisselam bu durumu gördüğünde önce kendisine vekalet eden kardeşi Harun Aleyhisselam’ı azarladığını ve arkasından hem kendisi hem kardeşi için Allah’tan rahmetiyle muamele etmesini bize haber verirken aynı zamanda bizi de uyarmış oluyor:
“Musa'dan sonra kavmi, ziynetlerinden, böğüren bir buzağı heykeli edindiler. O’nun kendileriyle konuşmadığını ve onları doğru yola ulaştırmadığını görmediler mi? O’nu ilah edindiler ve zalim oldular.
(Başları) ellerinin arasına düşürülüp de sapıttıklarını gördüklerinde: ‘Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve afvetmezse biz elbette hüsrana uğrayanlardan oluruz’ dediler.
Musa, kavmine kızgın ve üzgün olarak dönünce: ‘Benden sonra geride ne kötü olmuşsunuz. Rabbinizin (azab) emrine mi acele ediyorsunuz?’ dedi. Levhaları bıraktı ve kardeşinin başından tutup çekmeye başladı. (Kardeşi): ‘Anamın oğlu, bu kavim beni zayıf buldu. Neredeyse öldüreceklerdi. Düşmanı bana güldürme ve beni zalim kavimle birlikte kılma’ dedi.
‘Rabbim, beni ve kardeşimi afvet. Bizi rahmetine koy. Sen rahmet edenlerin en merhametlisisin’ dedi.” A’raf Süresi, Ayet 7/148-151)
Duaya dikkat ediniz, Musa Aleyhisselam, kendisini temize çıkarmıyor ve kardeşiyle kendisine Rabbinden rahmet istiyor.
Süleyman Aleyhisselam’ın, Asaf’ı seçmesi gibi yardımcı veya danışman seçilmeli.
“Asaf gibisini nerde bulalım?” diyerek işin içinden çıkılmaz.
Sen, Süleyman Aleyhisselam’ı örnek alırsan, sana Asaf mı bulunmaz.
Rabbimiz:
“….Onlarla iş konusunda müşavere et. Bir kere de azmettin mi, Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever.” Al-i Imran Süresi, Ayet 3/159) ayetinde müşavere/danışmayı doğrudan emrederken, dolaylı olarak, müşavere/danışacak kadrolar yetiştirmeye de işaret eder.
Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam’ın övgüsüne layık olan Fatih Sultan Muhammed’e, Kırım’dan gelen alim Mevlana Seyyit Ahmet bin Abdullah, Kırım’daki vezirin, ulemaya/ilim adamlarına zulmettiğini şikayet eder.
Sultan Fatih, veziri Mahmut Paşa’ya dönerek, “Gördün mü paşa, bir vezir bir ülkeyi nasıl rezil ediyor" der.
Mahmut Paşa cevabı hemen yetiştirir; “Padişahım, ülkeyi rezil eden vezir değildir. Onu oraya tayin eden padişahtır" der. (Gelibolulu Mustafa Ali efendi (1541-1600) Künh’ül-Ahbar varak 79, bu isimli eser, Yard. Doç. Dr. Hüdai Şentürk tarafından edisyon kritiği yapıldı ve Türk Tarih Kurumu tarafından basıldı)
Uzun söze gerek yok.
Hazreti Ömer’in;
“Kenarı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelirde adl-i İlâhi sorar Ömer’den onu”
Dediği, Mehmet Akif Ersoy merhumun, bize manzum olarak naklediverdiği herkesçe bilinmektedir.
Bilmek yeterli değil, yapmak, becermek, başarmak gerekir.