Kalıcı değil, gidiciyiz.
Bizi getiren, götürüyor.
Her nefes ömür ağacımızı testere gibi kesiyor.
Ana rahminde dokuz ay besleyen bakıyor bize.
Yarattığı toprak, hava, güneş, su, tanenin ve çekirdeklerin işbirliğiyle yaptırıyor çeşit çeşit renk, koku ve tadda yiyecekler lütfediyor.
Rengi görecek göz, tadı anlayacak dil ve damak, kokuyu hissedecek burun veriyor.
Bunların hepsi, bu dünyada kalıyor.
Toprağın altında yatan şanslıların kefeni var, niceleri de kefensiz yatıyor.
Kabrimizi cennet bahçelerinden bir bahçe edebiliriz.
Bu dünyada içinde yetmiş yıl oturamadığımız kulübe, daire, villa, saray, malikâne, köşkleri yapabilmek için katlandığımız zahmetleri düşünün.
İçinde bir yıl kalabilenler, yedi yıl ve yetmiş yıl kalabilenler, ömrü kirada geçenler, hepsi bir gün bu diyarı terk etmek zorunda kalacaklar.
Namazımızın son oturuşunda okuduğumuz Ayetten duada (Rabbena atina, fi’d-dünya haseneten” ayetiyle Rabbimizden önce bu dünyada her şeyin güzel ve helal olanını istiyoruz ve sonra ahiretin güzelliklerini istiyoruz.
O güzellikleri elde edebilmenin yolunun da bize akıl veren, ayak veren, el veren Rabbimizin koyduğu kıstaslara/kriterlere, ahkama/kanununa uymamız gerekir.
Bizi bu dünyaya kim getirdi ise, yine bizi bu dünyadan kim götürecekse, bu dünyada iken toprağı ot ve ete dönüştüren kim ise, işte O’na kulluk etmemiz gerekir.
Kılavuz kitabımız Kur’an ve örneğimiz Muhammed aleyhisselam’ın, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolundan yürüyerek cennete varmanın zor olduğunu biliyoruz.
Yolumuzun üzerinde şeytanın ve şeytanlaşmış insanların bin bir suratlı ve bin bir tuzaklı olduğunu biliyoruz.
Şehvetimizi tahrik ederek Sıratı Müstekıymden saptırmak isteyenler,
Servetin saltanatını göstererek yolumuzu şaşırtmak isteyenler,
Şöhretin tadını tattırarak yoldan çıkaranların bin bir suratına aldanmamak ve tuzağına yakalanmamak için dikenli tarlada, yalın ayak yürürken diken batmasın diye nasıl ayağımızı göz yapıyorsak, servet, şehvet ve şöhret tuzaklarına yakalanmamak için gözümüz için havuç yediğimiz gibi basiretimizi devamlı ibadetlerimizle cilalamak gerekir.
Biz, bütün insanları Allah’ın kulu, Adem aleyhisselamın nesli, Muhammed aleyhisselamın davet ve icabet ümmeti olarak kabul ederiz.
Sevgili peygamberimiz, Mekke parlamentosunda kendisini hapsetmek, Mekke’den çıkarmak veya öldürmek konusunda tartışma yapanları, canına kast edenleri, ekonomik ve sosyal ambargo uygulayanları, bir çok arkadaş/ashabına işkence yapanları ve öldürenleri, zaman içinde Müslüman olduklarında hepsini afvetmiş ve geçmişte yaptıklarını yüzlerine vurmamıştır.
Üzerine kurt gibi saldıran, “ölsün” diye kuyuya atan kardeşlerini afveden, Yusuf aleyhisselamı örnek verir Rabbimiz bize.
Bizi, bu cennet yolundan ne İsrail’in entrikaları, ne ABD nin atom bombası, ne Avrupa Birliğinin ekonomik veya silah ambargosu alıkoyamaz.
Bülbül üç bin kilometreden İsparta’da güllerin açtığını hisseder ve ona kavuşmak için yolda önünü kesecek kartal, şahin, doğan … gibi yırtıcıları aklına bile getirmezmiş.
Mecnunun ayakları dikenlerden kan akıtırken o, Leyla hayaliyle hiçbir acı duymazmış.
Altını saf hale getirmek için ateşe atarlarmış.
Elmasın değerini artırmak için etrafından keserlermiş.
Öd ağacının daha güzel kokması için yakarlarmış.
Mumun ışık vermesi için yakarlarmış.
Dünyada bir çok gayri Müslimin Müslüman olmasına sebep, İsrail’in yaktığı çocukların, cennet kokusudur.
Füzelerle gökyüzünden, tanklarla yeryüzünden, havan toplarıyla denizden, Müslümanların üzerine ateş fışkırtanların yaktığı Müslümanların ışığıdır, Vaşingtondaki Yahudileri, Hıristiyanları, Budistleri, ateistleri, deistleri sokaklara döküp, İsrail’e karşı miting yaptıran.
İslam’ın nuru, İsrail’in narı/ateşi arasında eğitimden geçen o yaralı gazi çocuklar, yarının dünyasına yol göstereceklerdir inşallah.
İşte o zaman, biz de kafesten kurtuluruz inşallah.