Tam da otogardan çıkıyorduk ki, onun da gözlerinden birkaç damla üzüm tanesi yaşın usulca süzüldüğünü gördüm…
Ağlıyordu al yazmalı güzel. Pamuk misâli apak elleriyle yüzünü gizleyerek, ağlıyordu. Belli ki, sevdiğiydi. Ömrünü vereceği yavuklusuydu. Parmaklarının arasından bakıyordu yiğidine. Onur ve gurur; ama ötesinde ayrılık iç içeydi bu bakışlarda. O bakışlar öyle bakışlardı ki, yürek dolusu bir sevgi, bir hayranlık vardı onlarda… Ama aylar boyunca ilmek ilmek örülecekti hasret denen kilim Mehpâre’nin yüreğinde. Sanki “ Onu ben büyüttüm, sevdâm ile ayak oldum yürüttüm!” der gibiydi. Onu öylesine mâsum, öylesine çocukça duygularla seviyordu ki...
Yağız belli etmemeye çalışmasa da, göz pınarları taşmaya hazır beklemekteydi. Sevdiği, yâri öylesine içten, öylesine sıcaktı ki, onu daha iyi görebilmek için otobüsün camına yapışmıştı alnı. Köşede bekleyen, başındaki beyaz yazmasıyla, geceyi aydınlatan Ay misâli parıldayan ama bir yandan da alnı kırışıklarla dolu; yıllarca hüznü yudumlamış bir çilekeş timsâli dimdik duran vakur kadın annesi olmalıydı!.. Yorulmuş olmalı ki, az bir zaman sonra dizlerinin üzerine çömelerek sırtını duvara yasladı. Her ne kadar mevsim yaz ve güneş tam tepede olsa da, bu yorgunluk beden yorgunluğu gibi görünmüyordu. Alışkındı Mehpâre’nin anacığı bu sıcaklara… Onun ki bir başka yorgunluktu. Kızının durumu olmalıydı onu yoran şey. Nasıl dayanırdı bunca hasretliğe?
“ En büyük asker, bizim asker!”
Bütün terminal bu sesle yankılanıyor, halaylar çekiliyor ve hareket saati yaklaşınca da âdet olduğu üzere asker adayı eller üstünde havaya fırlatılıyordu. Sıra en mukaddes seremoniye gelmişti. Yağız’ın annesi, kendi ellerinden çıktığı çok belli olan işlemeli kılıfın içinden çıkardığı ve özenle katlanmış al bayrağı oğulcuğuna uzattı. Yağız’a gelinceye kadar sıralı herkes bayrağı büyük bir tazimle öpüyor ve alınlarına götürüyorlardı. Nihâyet bayrak son sahibine ulaştı. O da büyük bir saygı ile üç defa öptü ve alnına götürdü. Yağız, al bayrağı dalgalandırmaya başladığında terminaldeki herkes bir anda büyük bir coşku ile:
“ Vatan sana canım feda!”
Diye birbirine nispet edercesine bağırmaya başladı. Oradaki herkes güleç yüzlü insanlardı. İçlerinden kim bilir kaç tanesi oğullarını bu şekilde askere uğurlamış ya da uğurlayacaktı. Kim bilir, ne çok hatıralar bir film şeridi gibi geçivermişti o an oracıkta. Bütün dost bildiği herkes oradaydı. Hani şâir diyor ya:
Dost bazen kardeşten öte;
Dost bazen güneşten öte;
Demesi zor biliyorum,
Amma bazen eşten öte…
Annesi Yağız’a her daim hayatta arkadaştan öte hep dostları olmasını tavsiye ederdi. İşte onlar şimdi burada kardeşçesine Yağız’ı yolcu etmeye gelmişti. Ama içlerinde birisi vardı ki, o kardeşten öte, o gökteki sımsıcak güneşten öte, demesi zor amma o hakikaten eşten öte idi. O, sevdiği, yavuklusu, hayâllerinin en temiz yüzü Mehpâresi; on beş aylık askerlik süresince de en büyük yürek yâresi idi.
Bilinmez ki nedendir davulcular çoğunluk itibariyle babayiğit insanlardır. Şu göbeğine yerleştirdiği davula olanca hızıyla vuran pala bıyıklı davulcuya bir baksanıza! Nasılda kendinden geçmişçesine davulun alnının çatına vuruyor. Hele şu çelimsiz zurnacı yok mu? Kapamış gözlerini, mest ü sermest vaziyette ezberindeki nağmeleri havaya üflüyor. İkisi de hayranlık uyandıracak ustalıkla yapıyorlar işlerini vesselâm! Birbirlerini ne de güzel tamamlamışlar. Nokta ile virgül gibiler vallahi. Onlar çaldıkça etraftaki seyirciler bu becerikli ikiliyi ödüllendirmek için bir davulcunun, bir zurnacının gömlek cebine para sokuşturuyor. Yanaklarını balon gibi şişirip şişirip üfleyen zurnacının gül kırmızısı gömleğinin cebinden, o fark etmeden bir onluk uçuveriyor. Bunu gören davulcu döne döne davulunu tokmaklayarak paranın yanına geldiğinde büyük bir çeviklikle eğildiği gibi onluğu alıp yan cebine sokuşturuyor. Eeee, nasıl olsa şenlik bitince paralar bölüşülecek.
Eş, dost, arkadaş, akraba elbirliğiyle yolcu ediyordu Mehmetçiği. Hepsi de büyük bir gururla el sallıyordu boynunda bayrak sarılı Mehmetçiğe. Hepsi de çok gururluydu da, birisi o gururun yanında hüzün yüklü bulutlar gibi dolu dolu gözleriyle bir başka bakıyordu otobüsün camına alnını dayamış olan yağız delikanlıya. Daha otobüs terminalden ayrılmadan hasretlik ateşi sarmıştı yüreğini. Mehpâre bir yandan, Yağız bir yandan geçecek on beş ayın çetelesini saymaya başlamıştı bile şimdiden. Onnn Beşşş ay… Tamı tamına on beş ay. Nasıl geçerdi Rabbim. Sabırla beklemekten başka çare yoktu. Bunu her ikisi de biliyordu. Otobüs son manevrasını yapmış terminalin çıkış kapısına doğru yönelmişti. Hep bir ağızdan “ Vatan sana canım fedâ!” diye bağrılırken; davul ve zurna Erzurum yöresinin o meşhur asker türküsünü dillendiriyordu: “ Eledim, eledim höllük eledim. / Aynalı beşikte canan bebek beledim. / Büyüttüm besledim asker eyledim./ Gitti de gelmez buna ne çare?” İşte bu türkü Mehpâre’nin yüreğindeki hasreti tam bir yangına çevirmişti. Son günlerde bu türküyü diline pelesenk etmiş; durmadan Yağız’ına, yiğidine okuyordu.
*****
Ne enteresan bir hissiyat! Geride onca hüzün dolu insan varken düğün edercesine asker yolcu etmek... Bunun mantıkla izahı mümkün değil. Acaba dünyada, bizden başka bunu beceren başka bir millet var mıdır? Bu manzarayı görünce, zihnim bir anda çocukluğuma yolculuk etti. Nevşehir’in kaplıcalar diyârı olarak bilinen Kozaklı ilçesinde yaşıyorduk. Ben henüz on ya da on bir yaşlarında idim, hafızam beni yanıltmıyorsa. Bizim ilçeden de bir asker uğurlamasına şahit olmuştum. Döndü Nine’nin en sevdiği torunu Ramazan da böyle bir merasimle gitmişti askere. Döndü Nine torunu Ramazan’ı çok ama çok severdi. Onu yere göğe sığdıramaz; Iramazanım da Iramazanım der dururdu. Çok zor olmuştu Döndü Nine için torununu askere yollamak. Hayvancılıkla uğraşırlardı. Çok sayıda büyükbaş ve küçükbaş hayvanları vardı. Ramazan, ninesinin eli-ayağı gibiydi. O gidince hayvanları kim tımar edecek; akşam sürü otlaktan gelince kim onları koca ahıra yerleştirecek; sabah ve akşam yemlerini ve sularını kim verecekti?.. Döndü Nine bunun telaşında idi. Bir de Iramazan’ı çok saf ve temiz yürekli idi. Komutanlar ola ki torununa kızar, bağırır-çağırır diye çok dertleniyordu. Bu yüzden ninesi fazla düşerdi üstüne. Bunu bilen Döndü Nine’nin oğlu, yani Ramazan’ın babası Kara Ali: “ Yapma ana, bırak şu oğlanı da sen olmadan kendi ayakları üzerine acık duruversin! “ diye söylenir dururdu. Her şeye rağmen Döndü Nine torununa kıyamaz, onu gözü gibi korur kollardı.
Ninesine kalsa, Iramazan’ını kışlanın kapısına kadar uğurlayacaktı; ama Ramazan bunu istemedi ve “ Gadasını aldığım ninem, ben çocuk muyum? Bak artık askerim! “ dedi. Ziyaretine ilk gittiklerinde, karşılarında çakı gibi duran Ramazan’ın verdiği selâm, ninesi için hayatının en güzel ânı idi. Döndü Nine, oğlu Kara Ali’ye dönmüş ve “Bu benim torunum, Iramazan’ım mı?“ diye sormuştu ağlamaklı bir ses ve dolu dolu gözlerle.
*****
İçtima alanı denilen yer çok genişti. Yüzlerce asker sıra sıra dizilmişti bu koca alana. Bir anda sanki gök gürlercesine bir ses; “ Rahat! Hazır ol! Dikkaaat! “ dedikten sonra İstiklâl Marşımız dalga dalga yayıldı gökyüzüne… Yüzlerce askerden, anadan, babadan selâm götürdü uçan kuşlara, pamuk pamuk bulutlara ve diyarlar ötesinden tutulan dileklere ve umutlara…
“ Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak!
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak…”
Birbiri ardına sıralanmış masalarda boylu boyunca bayrak, üzerinde de makinalı tüfekler olduğu hâlde birbirlerine gururla sarılmışlardı. Tek tip kıyafet içinde olduklarından Yağız’ı gözleri seçemiyordu Mehpâre’nin. “ Sen görebiliyor musun? “ dedi usulca anasına. Hep beraber gelmişlerdi Yağız’ın yemin törenine. Yağız’ın anası, babası, kardeşi, Mehpâre ve onun anacığı. Onu yalnız bırakmak istememişlerdi hayatının bu en anlamlı gününde. “ Sen görebildin mi bey? “ dedi Dürdâne Hanım, Bahtiyar Bey’in koluna daha bir sıkı sarılarak. Bahtiyar Bey’in cevabı tam da ona yakışır cinsten oldu. “ Ne fark eder, hepsi de bizim oğlumuz değil mi hanım! “ dedi.
Sıra yemin törenine gelmişti. Yerinde duramadı Bahtiyar Bey ve ayağa fırladı. Yıllar önce kendisi de etmemiş miydi bu yemini?! Bütün satırları içine sindire sindire onlarla birlikte tekrarladı:
“Barışta ve savaşta; karada, denizde ve havada; her zaman ve her yerde; milletime ve Cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle; hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve âmirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip; icabında vatan, Cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda edeceğime namusum üzerine and içerim!“
Tıpkı erlerin birbirlerine bellerinden sımsıkı sarılmaları gibi Yağız’ın babası, anası, kardeşi, Mehpâre ve onun anası da dimdik ayakta, elleri bellerine sarılı hâlde Yağız’ı bir an evvel görebilme ümidiyle dikkatlice alaydaki askerleri süzüyorlardı. Yine gürleyen bir sesle gelen komuttan sonra dörderli kolda yürüyüş düzenine geçildi. Törene katılan ailelerin önünden, sert adımlarla, alandaki bütün tozları havaya uçurarak: “ Vatan… Sana… Canım… Feda! “ Her… Türk… Asker… Doğar!” nidâlarıyla inledi dağlar-taşlar. Gurur duymuştu Mehpâre yiğidiyle. Askerden döndükten sonra bambaşka biri olacağını, daha o an anlamıştı. Her hareketiyle olgun bir insan olacaktı o artık.
DEVAM EDECEK
Yorumlar
Kalan Karakter: