1983 yılından beri vakitlerimi, Kur'an'ı Kerim'in tefsiriyle, Buhari'nin Sahih’inin şerhiyle, Kuduri'nin Muhtasar'ını tedris ile geçirirken, Erzurum'dan Edirne'ye kadar birçok il ve ilçede üç yüzün üzerinde konferanslar vermek suretiyle (bu rakam, 1999 tarihine aittir) değerlendirdiğimden, çocukluğum ve gençlik yıllarımda çokça okuduğum ve birçok beytini ezberlediğim, M. Akif Ersoy merhumun Safahat'ını ihmal etmiştim.
Sekiz ciltten oluşan, Şifa Tefsiri’mi tamamlayınca, 1998 yılının yaz mevsiminde sıla-i rahim yapmak, doğduğum Göcer köyünü görmek için Karaman'a giderken yanımda Akif'in (20 Aralık 1873-27 Aralık 1936) Safahat’ını götürdüm.
Daha sonra M. Ertuğrul Düzdağ beyefendinin Kültür Bakanlığı için hazırladığı Safahat'ı başından sonuna kadar tek satır atlamadan tekrar okudum ve notlar aldım.
İstiklâl Marşı’nda geçen kelimelere Akif, hangi manaları yüklemiş diye özel bir araştırma yaptım ve İstiklâl Marşı’nda geçen kelimelerin Safahat'ta geçtiği mısraları tespit ettim.
Böylece İstiklâl Marşı’nı Mehmet Akif merhuma açıklatmış oldum.
Çalışmamı bazı dostlarıma okuduğumda: “Akif, İstiklâl Marşı’nı yazarken, düşünerek, ince eleyip sık dokuyarak bu kelimelere bu manaları yükledi mi?" diye soran dostlarıma:
“Şeyh Hamdullah sanat harikası Besmele’sini yazarken, yıllar öncesi hat hocasından meşk ederken öğrendiklerini hatırlamaz. O aşk ve meşkle öyle dolar ki, hüsnü hat bilgisi onun kanı olur, canı olur. Ve eline kalemi alınca bütün öğrendikleri ondan bir şelâle coşkusuyla akıverir.
İki ay annesini dinleyen yavru bülbül, bir gün ötmeye başladığında o iki ayın her gününde öğrendiklerini hatırlamaz. O, gül diyarının bülbülü oluverir.
İşte Akif merhum da Kur'an tercemesi kendisine verilecek kadar İslam kültürüne hâkim, serapa iman dolu bir yürekle İstiklâl Marşı’nı yazıverdi” dedim.
Vatanın bağrına düşman hançerini sapladığında, Akif o küflü hançeri yüreğinde hissetmiş de öyle yazmış İstiklâl Marşı’nı.
Yıkılan köyler, sanki onun başına yıkılmış,
Yakılan ekinlerle yanmış,
Kılıçtan geçirilen çoluk çocuğun feryadını ruhunda duymuş,
İstiklâl Marşı’yla feryadını dile getirmiş.
Vatanın bağrına leş kargaları gibi abanan, tek dişi kalmış canavar Batı medeniyetinin akıttığı kan, aldığı can yüzünden o kara günlerde, karalar giyinen, kararsız kalan milletimize ümit tohumları saçmıştır İstiklâl Marşı.
İstiklâl Marşı, bu milletin, dinini, imanını, vatanını, tarihini, kültürünü, azmini, ümidini, kahramanlığını, bütün dünya insanına haykıran dilidir.
İşte o İstiklâl Marşı’nda geçen kelimelere Akif hangi manaları yüklemiş okuyalım ve görelim:
İSTİKLÂL MARŞI
Kahraman Ordumuza
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Korkmak: korku hissetmek, ürkmek, endişe etmek manalarına gelir.
Bazıları, "Marşa ‘Korkma’ diye başlanmaz. Türk milleti korkak değil ki ‘Korkma’ densin" diyerek, M. Akif'i tenkit etmişler, ama Nihat Sami Banarlı bey (Kültür köprüsü s. 328), "Korkmak, çoğu zaman asil bir his, bir endişedir: ‘Çocuğun, çok ateşi var, doktor, korkuyorum!’ diyen bir annenin asil korkusu gibi" diyerek, İstiklâl Marşı’ndaki bu korkma uyarısının milletin kan ağladığı, karalar bağladığı günlerde gün batımında gurup kızıllığının batıdan gelen karanlık içinde yok olduğu gibi, al bayrağın da Batı küfrünün ve inkârının acımasız saldırısı karşısında sönüp yok olmayacağını, bu konuda endişelenilmemesi gerektiğini vurguluyor.
Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim’de peygamberlerine bile "La tehaf/Korkma" dediğini haber veriyor. (Hud, 11/70, Ta-Ha 20/21, 20/68, Neml 27/10, Kasas, 28/25, 28/31, Ankebut, 29/33, Sad, 38/22, Zariyat 51/28).
Korku, sevdiklerimizi koruma konusunda, bizim tüm hücrelerimizi ve iç dünyamızı aynı anda harekete geçiren bir haldir.
Devam Edecek.