1950’li yıllarda çocukluğumuzda Karaman’da ayşeneler (mutfak) vardı. Bizim evin önünde bir dönümlük bahçe vardı buraya da “hayat” derdik. Hayadın bir kenarında 30 M2 bir alanda ayşene vardı. Bütün yemek, ekmek
Rahmetli annem sabah erkenden bir leğen hamur karar, sonra
bir müddet mayalanmaya bırakır, hamur kabardıktan sonra tandırın başında ekmek
yapmaya başlardı. Önüne bir senit koyar üzerinde uğra bulunur, leğenden aldığı
hamurları oklava ile açar tandırın üzerinde bulunan sacın üzerine sıralardı.
Bir taraftan mayalı ekmekleri pişirirken bir taraftan da tandırın altına kesmik
atarak onun düzenli bir şekilde yanmasını sağlardı. Tek başına o kadar çok
kalem işi tek başına yapardı ki, bugün bu kapasitede hanım çok zor bulunur.
Ekmekler piştikçe mis gibi kokardı. Bir de rahmetli annem kıyma getirmiş, taze
pişmiş ekmeklere kıyma sıkıyorsa değme keyfimize. Bu sıkmaların şimdi 1
tanesini zor yiyorum; ama o zaman 5 tanesini götürürdüm.
Çok kalabalık aileydik. Ekmekler yapılırken kardeşlerin
3-5’i tandırın başına toplandıysa vay anneciğimin haline!.. Her pişen ekmek
kapışılarak yenir, iştah çok fazla, doymak bilmeyen dinamik çocuklar… Rahmetli
annem 15 dakika, yarım saat ekmek yapar, bir de bakar ki, hiç ekmek birikmemiş.
En sonunda feryadı basardı: Defoluuuun, yeteeeeeerrrr diye. Bu feryattan sonra
şişkin, obur midelerimizle etrafa kaçışırdık…
Her yıl sonbaharda dana keser etlik yapardık. Bu esnada
kilolarca kıyma leğende tandırın üzerine konur kavrulurdu. Yağı erimiş kıymanın
içine mayalı ekmek atılır, ekmek kıymanın yağını içine çeker, üzerine kıyma
konarak yemek için servis edilirdi. Aman Allahım! Ne tat, ne lezzet… O lezzeti
zenginliğin kol gezdiği günümüzde bulmak ne mümkün… Bu açıdan bakınca kendimi
çok şanslı buluyor, çok şanslı bir çocukluk yaşamı sürdürmüşüm diyorum… Etlik
yapılan dananın sırt kısmından evde karılan çimenlerin içine yatırılmış,
sonbaharda kurumaya bırakılmış iplere asılı pastırmalar mis gibi kokardı. Diğer
yandan kıymaların bir kısmı baharatlarla güçlendirilmiş sucuklar (irişki)
pastırmalarla birlikte iplere asılır kurumaya bırakılırdı.
Kavrulan kıymalar, kavurmalar tekerlek şeklinde tepsilere
dökülür kışın yenmek üzere tel dolaplara konurdu. Ayşenelerin buzdolabı yoktu,
onun yerine tel dolaplar kullanılırdı. Hava alması için önü ince tellerle kaplı
mühim erzakların konulduğu dolaplar ayşenenin en önemli eşyalarıydı. Dananın
yağlı kısımları ayrıca kavrulur, kakırdak olarak yuvarlak tekerleklere
dönüştürülür, kışın yemeklerin içine atılır, yemeğin lezzetlenmesi sağlanırdı.
Ayşenelerde bir de çamaşır yıkanırdı. Gene tandır yakılır,
üzerinde bir kazan su kaynar, temizlik tozu yerine beyaz bir kül veya kil
kullanılırdı. Dağ gibi yığılmış çamaşır bir taraftan da tahta tokuçlarla
dövülür, dövülür, dövülürdü… Sonra durulanır ve hayattaki iplere asılırdı.
Çamaşır yıkamak gerçekten bir ağır işti. Annelerimiz çok fedakar ve
güçlülermiş. Onları ne kadar rahmetle ansak ve şükran duysak azdır! Onlar
kendilerini ailelerine feda etmiş kutsal varlıklardı…
Sonbaharın en zor işi bulgur kaynatmak ve değirmende un
öğütmekti. Bulgurluk buğday alındıktan sonra hayatta kazanlarda kaynatılır
bulgur haline getirilirdi. Daha sonra hayat müsaitse hayata, değilse dama
sumatlar (sofra bezi) serilir, güneşte kurumaya bırakılırdı. Kuruma
tamamlandıktan sonra çuvallarla sırtımızda değirmene yolculuk başlardı.
Değirmende bulgur öğütülür gene çuvallarda eve getirilirdi. Rüzgarlı bir günde
pilavlık bulgur ile düğürcük biribirinden ayrılır, farklı torbalara konarak
ayşeneye kaldırılırdı. Bu ayrışmadan ortaya çıkan kepekte hayvan yemi olarak
kullanılırdı. Düğürcükten genelde sulupilav pişirilir, kemikli etten pişirilmiş
sulupilavın tadı bir başka olurdu. Şimdilerde de evimde kemikli etten sulupilav
pişiriyorum; ama çocukluğumdaki lezzeti, tadı bir türlü yakalayamıyorum…
Bizim ev Heceler’de üç kapılık küçük bir bucağın içinde,
çift kapılı bir evdi. Dar bir alandan hayata girilir, hayat gittikçe
genişlerdi. Ortasından ırmak geçer, ayda bir iki kere su akar, arka bahçelere
giderdi. Evimiz iki katlı; alt kat ahır, üst katta iki oda ve bir küçük ayşene
vardı. damımız topraktı. Irmağın kenarlarında kavak ağaçları yer alırdı. Ahırın
önünde kapı önü dış oturma yerinin altında da kümes vardı. Yazları serince evin
önünde tahta merdivenle çıkılan tahtadan yapılma oturma yerinde oturur
kalkardık. Bir ineğimiz ve onlarca tavuğumuz vardı.
Hayat gerçektende hayatımızın geçtiği en önemli yaşam alanımızdı. Hayatımızın çok uzun bir kısmı burada geçtiği için isabetli bir şekilde hayat denilmiş. Her türlü faaliyet burada yapılırdı. İneğimiz olduğu için süt, tereyağı ve yoğurdumuz boldu. Tavukların eti ve yumurtası ise çok doğal ve lezzetliydi. Şimdi düşünüyorum da eskiden fakir halimizle beslenmemiz hem organik, hem de protein ağırlıklı imiş. Kapalı ekonomi dediğimiz o ekonomi bu günden kat kat faydalı, lezzetli, verimli ve zenginmiş… İnsanlar nedense bazı şeylerin kıymetini kaybettikten sonra anlıyorlar… Biz millet olarak biraz ölü sevici bir milletiz. Yakınlarımıza ve arkadaşlarımıza öldükten sonra verdiğimiz değeri sağken verebilsek ne güzel olur... Neyse, geçmiş geçmiştir… Ne kadar özlesek de bu günü yaşadığımızın farkında olalım ve günümüze şükredelim…
Yorumlar
Kalan Karakter: