Hafta sonu, Karamanlılar Yardımlaşma ve
Dayanışma Derneği Türk Sanat Müziği Korosu’nun Dünya Kadınlar Günü için
düzenlediği Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Farabi
Konserden önceki yarım günüm ise anlatılmaya
değer gözlemlerle geçti. Konserin icra edildiği 9 Mart Cumartesi, Ankara ışıl
ışıl bir güne uyandı. Öğleden sonra hava sıcaklığı 18 dereceye ulaştı.
Ankara’yı bilenler bilir; Başkente bahar Nisan’dan sonra gelir. Mart, ya
yağışlıdır ya ayazdır. Güneş yüzünü çok göstermez.
Geçtiğimiz Cumartesi, Ankara’da Mayıs ayına
özgü günlerden bir gün yaşandı. Hava böyle olunca konserde buluşmayı
kararlaştırdığımız üç arkadaş telefonla haberleştik: “Öğleden sonra buluşalım,
güzel havayı kaçırmayalım. Rota, Ankara Kalesi olsun. Konser salonuna da yakın.
Çay içer, yürürüz. Belki bir şeyler yeriz.” diyerek sözleştik.
Evden çıkıyorum ve sanki herkes dışarda.
Kışın kasvetli havası geride kalmış. Bahar, herkesin içindeki tomurcukları
patlatmaya hazır. Trafik kalabalık ve akıcı. Kale civarındaki park yerleri
dolu. Uzakta bir yere gidiyoruz ve tek araçlık yer bizi bekliyor.
Anadolu Medeniyetleri, Erimtan ve Koç Müzesi
gibi Ankara’nın üç değerli mekanının yer aldığı, Çengelhan, Pilavoğluhan ve
sanatçı atölyeleri ile canlanan meydana iniyoruz.
Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı beklerken
seçilme ihtimali çok az olan Yenimahalle için aday gösterilen Altındağ Belediye
Başkanı Veysel Tiryaki’nin yıllardır emek verdiği Ankara Kalesi ve civarındaki
düzenlemelerin merkezi olan geniş alan şimdiden havasını bulmuş. Yıllarca iğreti
şekilde duran işyerlerinden ve Kale’ye yakışmayan çirkin görüntülerden eser
kalmamış. Parasız hiçbir hizmetin sunulmadığı Ankara’da, bir dönemin
mezbeleliğinin girişi tuvalet olarak düzenlenmiş. Ücretsiz, tertemiz bir
tuvalet. Ankara’da cami girişlerindeki tuvaletler bile paralı ama burada
bedava. Temiz kullanılması ve uygulamanın yaygınlaştırılması dileğiyle
yürüyoruz. Kalabalık çok fazla, her yer temiz. Buraya gelenlerin çevre
duyarlılığı öteden beri bilinir. Pazarcı tezgahları yerine yapılan ahşap barakalar
çevreyle uyumlu olmuş. Altı ay önce yapılan ahşap işyerlerinin bir köşesi çay
ocağına ayrılmış. İyi ki öyle olmuş. Çay ocağının önünden başlayan masalar
müşteri yoğunluğundan meydanın yarısını işgal etmiş. Masalarda yer bulmak için
bekleyenler dikkati çekiyor. Şanslıyız, önünde durduğumuz masanın gençleri
hesabı ödeyip kalkarken biz sandalyelere çöküyoruz. Yanıbaşımızda camekan
içinde çıtır Ankara simitleri mis gibi kokuyor. Tadına bakılmaz mı? Çaylarımız
gelmeden simitlerin yarısını götürüyoruz. Garson, “Çay demini alıyor, 10 dakika
bekleteceğim” diyor. Çaylar, beklediğimize değecek kıvamda. Rengi, kokusu,
bardağın temizliği ve biçimi buranın iyi bir çay mekanı olacağının sinyalini
veriyor. Biz sohbet ediyoruz, çaylarımız tazeleniyor. Çevremizde ve meydanda
her yaştan insan var. Ankara’da yaşayan yabancıların da bir hayli fazla
olduğunu görüyorum. Yabancı misyonun Ankara’da en çok beğendiği yerlerin
başında Kale’nin geldiği öteden bu yana bilinen bir gerçek. Kıyafetlerine
bakılırsa, kadınlar baharı çoktan getirmiş.
Kale çevresinde seçime ilişkin hiçbir
belirti yok: Parti amblemi, aday afişi vb herhangi bir seçim yazısı asılmamış.
Bu gözlemimi arkadaşlarımla paylaşıyorum. Onların değerlendirmesi de “Ne güzel.
Keşke Ankara’nın her yerinde aynı yaklaşım benimsense” oluyor.
İşyerleri dolu, Koç Müzesi’nin önünde uzun
kuyruk, sanat galerilerine giren çıkan onlarca kişi var ve lokantalarla
kafelerde boş yer yok. Dirayetli, becerikli ve görev bilinci ile hareket eden
bir belediye başkanının eseri, hangi siyasi görüşten olursa olsun, herkeste
hoşnutluk yaratıyor. ‘Yerel yönetimlerde hizmet önceliği kentlerin ortak
mekanlarına olmalıdır.’ diye düşünüyorum.
Güneş de kalabalığa cömert davranıyor.
Montlar, kabanlar çıkıyor. Gençler zaten tişörtlü. İç kaleye doğru yürümek
üzere kalkıyoruz. Kale kapısının önü çok kalabalık; içeriye girenler, dışarıya
çıkanlar. Simitçiler, baloncular, daha çok dilenciler kapı önüne yığılmış. Bir
darbuka sesi Kale Kapısı’ndan meydana kadar ulaşıyor. Meydanın uğultusu bir
müzikse darbuka bu uğultuya ya da kalabalığa
ritm tutuyor. Düm tek sesleri yankılanıyor. Hoş tempo. Ritim daha çok
tek düze, arada bir düm tek’ler hızlanıyor.
Kalabalığın arasından darbukacıyı
görebiliyorum. 8 veya 9 yaşında bir çocuk. Boyu hayli kısa. Kafası bedenine
göre çok büyük. Kapkara saçları kısa kesilmiş. Burun ve gözleri çok iri. Geniş
yüzünün büyük bölümünü burnu ve gözleri doldurmuş. Koltuğunun altına sıkıştırıp
sımsıkı kucakladığı darbukayı darplarla sarsarken arada bir o büyükçe başını
kaldırıp, iri, kara gözleriyle çevresine
toplananları süzmekten geri kalmıyor. Yanındaki plastik kutuya her para
atılışında düm tek’ler daha güçlü çıkıyor. Profesyonel büyükleri gibi
darbukasının kenarına kadar düşürdüğü başını farklı bir ritme geçerken, sağdan
sola doğru artistik bir tavırla çevirip hızla yukarı kaldırıyor.
Dinleyicilerine hava yaparken, kalabalığa göz atma fırsatını kaçırmıyor.
“Baharı Ankara’da darbuka ile karşıladık”
desem, yalan söylememiş olurum. Kale’de bahar havası vardı, bahar coşkusu vardı
ve darbukanın düm tek’leri vardı.
Minik
darbukacıda hiç yorgunluk belirtisi yoktu. Dinleyicilerin cömertliği, o bir
çocuk da olsa, yorgunluğunu alıyor, işini şevkle yaptırıyordu. İzleyicilerin
birbirlerine darbukacının sol elini, daha doğrusu olmayan elini işaret
ettiklerinin ayırdına geç vardım. Darbukacının, doğuştan olmalı, sol eli
gelişmemiş, el olması gereken yerde bilekten itibaren iki parmağın
birleşmesiyle oluşmuş gibi bir et parçası uzanıyordu. Ritimleri sol bileğindeki
et parçası ile tutan darbukacı çocuk, sağ elinin parmaklarıyla darpları çok
güçlü çıkarıyordu. Kalabalık içinde darbukacı çocuğun sol koluna odaklanarak
fotoğraf çekenleri gördüm, ‘vah zavallıcık’ diyenleri duydum.
Yıllar önce okuduğum bir gerçek öyküyü
hatırladım. Doğuştan el ve ayakları olmayan bir ABD’li gencin, tenise heves
ettiği günlerde kendini motive için bulduğu ‘Tenis yapmak için her şeye
sahibim. Sadece kol ve ayaklarım yok’ sözleri aklıma geldi. Bu tenisçinin daha
sonra şampiyonluklar kazandığını ve binlerce kişiye umut aşıladığını da
unutmamıştım. Güç veren bir motto olan bu sözü dönem dönem hatırlarım: ‘Tenis
oynamak için her şeye sahibim. Sadece kol ve bacaklarım yok.’
Uzuv eksikliği herhangi bir etkinlik için
engel değildir. Yeter ki o kişiye yapacağı veya ilgi duyduğu aktivite için
imkanlar sağlansın.
Mart’ın ikinci haftasında baharı ritimle,
düm tek’le karşılayan bu küçük darbukacı bir gün dünyaca ünlü perküsyon
sanatçımız Burhan Öçal’ın yerini niye almasın? Umarım darbuka çalmayı zevkle,
keyifle yapıyordur. Dilenmenin aracı olarak değildir. Çünkü Ankara’da özellikle
küçük yaştaki çocuklar, ellerine iğreti bir müzik aleti tutuşturulup bir köşeye
oturtuluyor. O çocuk en az 8-10 saat aynı tınıyı çıkarmaya çalışarak vicdan
sömürüsü yapıyor. Bütün gün işyerinin önünden gelen ve müzikle hiç ilgisi
olmayan bu tınıları dinlemek zorunda kalan esnafın yaşadığı işkenceyi tahayyül
edebilir misiniz?
Müzik konusunda yeterli ve yetenekli
değilim, dinleyici olmaktan öteye gidemedim. Bir enstruman çalmayı ise hiç denemedim.
Daha çok üflemeli ve yaylı çalgıları dinlemekten hoşlanırım. Kale’nin küçük
darbukacısıyla karşılaşınca aslında darbuka dinlemekten de keyif aldığımı fark
ettim.
Daha önceki yazılarımda bazı şarkıları
paylaştığımı hatırlatan dostların, ‘yeni önerilerin yok mu’ yakınmalarını da
dikkate alarak bir kaç sanatçının adını paylaşmama vesile olan minik
darbukacıya teşekkür ederim. Bana bir Beyrut gecesinde, İstanbul’un
Nevizade’sini çağrıştıran bir sokakta oturduğumuz mekanda adını ilk kez duyup
dinlediğim Lübnanlı darbuka sanatçısı Rony Barrak’ı hatırlattı. Sanatçı
Aynur’un, Morgenland Chamber Orkestrası eşliğinde okuduğu Türkçesi ‘Kürt Kızı’
olan ‘Keça Kurdan’ eserini dinlemenizi isterim. Bu şarkıda Rony Barrak’ın
ritmine hayran kalacaksınız. Yine aynı sanatçının Al Bustan Festivali’nde
orkestra üyelerinin tamamına enstrümanlarıyla ritim tutturduğu çalışması ile
tangolarını izlemenizi öneririm. Her iki esere internet üzerinden
ulaşabilirsiniz.
Darbuka
denilince, Ahmet Kaya’nın Kum Gibi, Erkin Koray’ın Şaşkın, Müslüm Gürses’in
Kısmetim Kapanmış şarkılarını unutmak olmaz. Burhan Öçal’ın şahsında perküsyon
sanatçılarımıza Ankara’dan bahar serinliği gönderiyorum. Umarım hissederler.
Çünkü her sanatçının bizlerde hakkı vardır.
Darbuka denilince 40 yaş üstü çoğu kişinin
aklına gelen ilk isim Hüseyin İleri olur. İki yıl önce kaybettiğimiz sanatçıyı
çok dinledim. Hem darbukasını, hem anılarını... Afişlerde adı tüm sanatçılardan
sonra ‘Ve Hüseyin İleri’ şeklinde yer alırdı. Konserlerde ve stüdyo çekimlerinde
ise sunucu, saz ekibinin isimlerini okur, son olarak ‘ve de ritim sazda Hüseyin
İleri’ anonsunu yapardı. Hüseyin İleri 1970’li yıllardan itibaren Türk Sanat
Müziği okuyan her ünlü sanatçının kadrosunda mutlaka yer aldı. Darbuka virtüözü
kabul edilen Hüseyin İleri, TRT’de yasakken darbukayı Ankara Radyosu’na sokan
ilk kişi oldu. O yıllarda darbuka olarak isimlendirilmez, ritim saz denilirdi.
Hüseyin İleri adını hiç duymamışlar için Mustafa Sandal’ın dedesiydi
hatırlatması yaparak, rahmet dileyelim.
Bir konsere giderken, bir müzik yolcusu
önüme çıktı. Karamanlılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Türk Sanat Müziği
Korosu’nun konserini anlatmayı planladığım yazıma el koydu. Kendini yazdırmayı
başardı. Kim bilir, minik darbukacı bir gün ünlülerle aynı sahneyi paylaşır.
Yazı yolculuğu da bir nasip işidir. Bu yazı konsere niyet, darbukacıya kısmet
oldu. İnşallah konser izlenimlerimi bir sonraki yazıda paylaşırım.
Yorumlar
Kalan Karakter: