Karamanlılar şehirlerine sahip çıkamamışlardı. Sormamışlardı: “Tarih mi, kültür mü, yoksa apartman mı?
Tarihi sebil çeşme mi, yoksa beton mu?
Çiçek mi, park mı, yoksa iş hanı mı?
Kükürt mü, duman mı, yoksa oksijen mi?
İnsanlık mı, sevgi saygı mı, yoksa rant mı?...”
Ve bunlar gibi birçok soruyu sormamışlardı. Karaman’ı anlamamışlardı.
Karaman’ı anlamak; Kaleye, Hisar mahallesine çıkmakta, Sulu Parkın karşısında çay içmekte. Muammer Baran’ın hayat hikâyesini öğrenmekte, Küçük tüpün üstünde döndere döndere her sabah mayalı ekmeği ısıtıp, yağlı kavurma, küflü peynir sıkmakta, Aktekke Camii’nin avlusunda yaşlıların sohbetinin ruhunu anlamakta, Simitçi Kör Niyazi’nin hayata bakışını, Karamanlı eski teyzelerin; “a gülüm” deyişlerindeki nahif yaklaşımı çözmeye çalışmakta, Tefçi Düriye’nin tefinin sesine ve Hasan Pınarbaşı’nın sohbetine nail olmakta. Talat Duru’nun Yunus Emre ile ilgili araştırmalarını dinlemekte, Kamil Özdağ’ın küçük bir dükkandan koskoca bir bisküvi imparatorluğu kurmasının gayretini anlamakta, bir oyun havasında tahta kaşıkla oyun oynamakta, Bekir Sıtkı Erdoğan’dan en az bir şiir ezberlemekte, Kırmahalle, Kazalpa, Hocamahmut, Alişahane sokaklarında kaybolmakta, veya ‘Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu’ sözünün anlamını öğrenmekte, Perşembe pazarında yeşil nohut demeti satan çocuğun gülümsemesinde gizliydi. Karamanı sevmek; yağmurun toprak damlara vuruşunu, elektrik direklerine takılan uçurtmaları, ‘Develi daylak’ türküsünü, köylerini, pancar motorunun sesini, elmanın alını, kalenin burcunu, rengârenk at arabalarını, bamyalı çorbasını, şekerpancarlı tarhanasını, kapıların önüne atılan çullara oturup deramber çitleyerek sohbet etmesini sevmek demekti.
Karaman; Etliekmek, köpüklü helva, çemen, mayalı, şebit, küflü peynir, batırık, arabaşı, elma, koyun, kale, Hatuniye, İstasyon Caddesi, İsmet Paşa Caddesi, Semerciler sokağı, Buğday pazarı, İstasyon parkı gibi kelimelerde saklıydı. Çocukluğumun insancıl sokakları, güler yüzlü insanları, bırakıp gitmişti birer birer. Anılar kalmıştı İstasyon parkında, kavak hışırtılarında, arabaşı yenilen tahta kaşıklarda, süt kokulu tereyağında, yanık kokulu mayalısında, şebitinde, soğuk kışlarda çekilen pekmezli pişmaniyelerde, un helvalarında.
Kulağımda sesler hiç gitmiyordu.
‘Guzum…’ diyen komşularımızın sesi hep kulağımda: ‘Guzum bir mayalı sıkayım, aç garnına dolanma…’
Güleç yüzlü komşumuz Ayşe teyze iki mayalı ekmeği ocakta ısıtır, yumuşatır, birine kuru kavurma diğerine tuluk peyniri sıkar, sıkıştırır, temiz bir beze sarıp bana verirdi. Keçi derisinin içine basılan tuluk peyniri ve kuru kavurma genellikle her evde bulunurdu. Güzün yapılan etliğe kurbanda gelenler de eklenir, etler küçük kuşbaşı olarak doğranır, hayvanın iç yağı ile kavrularak kalıplanması için uygun kaplara dökülürdü. Az zaman içinde donan bu tekerler temiz ve kalın bezlere sarılıp serin dolaplara veya rutubetsiz izbelere konur, yıl boyunca yemeklerde, böreklerde, pilavlarda en çokta mayalı sıkmasında kullanılırdı. Okul çantasını eline alan çocuk, bağrına bastığı sıcak sıkmaların sevinciyle giderdi okuluna.
Kırmahalle’yi, Hecceler’i, Akyokuş’u, Abbas’ı, Ahiosman’ı, Ahmet Yesevi’yi, Alacasuluk’u, Alişahane’yi, Çeltek mahallesini, Kaleyi, Hatuniye Medresesini, Tartan konağını, Çeşmeli Kilise’yi dolaşır dururdum ne zaman Karaman’a gelsem. İmaret ile karşısındaki taş işlemeleri muhteşem çeşme arasında, Karamanoğlu İbrahim Bey’in yaptırdığı havuzu yıkıp yol yapmışlardı. Karamanın ne kadar sahipsiz ve yüzüstü bırakıldığını düşünüp Aktekke Camii’nin avlusundaki ulu çınar ağacının altına geldiğimde içime acılık veren şeylerle pek ürkek, üzgün ulu çınar ağacının altında otururdum. Sanki büyük dedem Mevlana’nın 16 yaşındaki halini o çınarın altında dolaşmasını görürdüm. Mevlana’nın gözlerinin rengine, sevgisine, gönülleri arıtan bakışına sahip bu çınar ağacı, yitikliğime, hüznüme ortak olurdu sanki. Karamanın o güzel görüntüsünü, eski halini katleden beton blokların yanında mavi gölgesini seren, yaprakları sevinçle hışırdayan bu çınar ne kadar güzeldi, nasıl bir derinlik ve anlam kazandırıyordu, nasıl da huzur veriyordu insana.
Aktekke Camii’nin karşısındaki Süleyman Bey Hamamı önünde bulunan ortası süs havuzlu üçgen şeklindeki yerde Birtat Lokantası vardı. Karaman’da lezzetin, bereketin ve istikrarın adıydı Birtat Lokantası. ‘Ekmekle, unla, hamurla, nimetle uğraşanlar hiç zarar etmezler,’ sözünü haklı çıkaran bir yerdi. Orası da kalmamıştı. İsmet Paşa Caddesinden yukarıya doğru çıkardım, bu caddenin o güzelim Arnavut taşlarına ne olmuştu, kapkara çukur çukur asfalt dökmüşlerdi. Gözlerim Şekerbank’ın karşısındaki Süreyya’nın büfesini arardı. Şehrin yerinde duramayan en girişimci en çalışkan büfecisiydi Süreyya. Ne aranırsa bulunurdu onun büfesinde, yok yoktu. Gece yarılarına kadar büfesini açık tutardı. Süreyya sadece bir esnaf değil, hem kırıkçı, çıkıkçı, hem aktar, hem alternatif tıp gönüllüsü bir yaman adamdı. Karaman’a televizyonu ilk o getirmiş, büfenin önüne koymuş, Kıbrıs Barış Harekâtını şehir halkına izlettirmişti. Onun büfesinin yerinde de yeller esiyordu.
Tarihinde devlet kuran, hüküm sürdüğü beylik coğrafyasına, mimarisinin mührünü vuran, sayısız ilim irfan yuvası medreseler kuran, bağrından; Farsça ve Arapça yazışmaya, konuşmaya yasak koydurup Türkçe’yi resmi dil ilan eden Karaman oğlu Mehmet Bey’i; Allah sevgisine sığınıp, onu sevmek ve yüceltmek yolunda öylesine pervasız, öylesine emin, öylesine pazarlıksız, öylesine umarsız bir sevgi seline kapılmış olan ve o sevgiden gayrı, ne sanat, ne şiir, ne kafiye, ne vezin, ne sultan, ne medrese umrunda olmayan Yunus Emre’yi; Osmanlı Devleti’nin fikir babası Şeyh Edebali’yi; doğruluğu, hakseverliği ve cesareti ile padişahları korkutan Zembilli Ali Efendi’yi; uzaydan bakılıp çizilmiş gibi Amerika’nın ve daha şimdi bile tam bilinmeyen Antartika’nın haritasını birebir çizen Piri Reis’i; Türk ulusunu yok olmaktan kurtarıp bir cumhuriyet kuran Mustafa Kemal’i çıkaran bu soylu şehire ne olmuştu böyle? O güzel şehirden bir beton yığını kalmıştı geriye.
Heccelerin girişinde bisikletçi bir efsane adam vardı. Ali Efendi denirdi. Bisiklet tamir eder, bazen imal eder, akıllı bir adamdı. Bir de güzel kızı vardı. Karaman da bisiklete binen ilk hanımdı bu kız. Erkek gibi bisiklete biner, istasyon yolunda tur atardı. Öyle sahici, pervasız, Attila İlhan’ın Aysel’ine benzerdi. Ali Efendi, Karaman’a bir de yenilik getirmişti; Bisiklet kiralıyordu. Saat hesabıyla. Bisikleti kiralayanın izlemesi gereken bir güzergâh vardı ki, zorunlu bir güzergâhtı. Dışına çıkana ikinci defa bisiklet verilmezdi. Kiralayanın izlemesi gereken yol, İstasyon caddesi, istasyona kadar, oradan İmaret’e, kaleye kadardı. Bazen Gazalpa’ya, Boklubent’e kaçamak yapanlar eğer tespit edilirse, onlara bir daha kiralık bisiklet verilmezdi. Çok bisiklet kiralamıştım Ali Efendi’den. Acaba onun bisikletçi dükkânı duruyor muydu? Yerinde yeller esiyordu. Kocaman bir apartman dikmişlerdi oraya da. Güzel olan her şey kaybolmuştu.
Sokakta oyunları, vefalı komşuları ve yaraya merhem olan o eski insanları kaybolup gitmişti. Şimdi o iyi sokaklarda; o iyi evler, kapılar, yollar, sokaklar, iyi insanlar yok olup gitmişlerdi. Canına okumuşlardı şehrin; bir zırh dökmüşlerdi ağır demirden, her yanı yara bere içindeydi; hafızasını kaybetmişti, kederini anlatabilecek alfabeyi kaybetmişti, kederini bile anlatamıyordu. Bir tek eski camiler kalmıştı. Eski güzel evler ölmüştü birer birer. Ölen her ev yalnızlığı oluyordu bu şehrin. Kültür, örf adet, anlayış azalıyordu gitgide. Tarihe, kültüre veda ediyordu şehir, kendi çığlığının peşine düşüyordu.