"...Ömer Hayyam’ın, ‘İnsanların tüm bildikleri sözcüklerden ibaret!’ dediği gibi bende sözcüklere masalsı imgeler yükleyerek hatıraları içimden çıkarıp hikâye etsem de, içimde saklasam da, baş etmem gereken bir ‘hatıra bağımlılığı’ ya da ‘unutmanın riskini’ de beraberinde yaşıyordum. Hatıraları yıllardır içimde, dilimin ucunda eğip büküyordum ya da hafıza odalarında küllerini savuruyordum ama asıl eğilip bükülenin kendim olduğunu unutmuştum.
Karaman’da çocukluğumda ikindi üzerleri sokağımızdan geçen bir yoğurtçu vardı. Omzunda bir sırık, sırığın iki ucunda iki katlı sürgülü, yeşil boyalı iki sandık, içinde küçük kaplarda mis kokan buruşuk kaymaklı taze yoğurtlar. İşte onlara bayılırdım. Kaymakları bir tabağa doldurur, üzerine şeker serper yerdim. İşte o sokaklar gibi o yoğurtçular, o yoğurtlar da yok oldu. Sokağımızın başında sünnetçi sıhhiye emeklisi Hacı Fidan Efendi vardı. Elinde bir körüklü çanta, oradan oraya koştururken görürdük onu.
Karşı tarafta Manav Sabri… Kâzımkarabekirli tuhafiyeci… O kadarcık yüz metrelik yolda, Doktor Mehmet Armutlu, karşısında fırın, yanında ciğerci, sonra fırın, Helvacı Rıza’nın köpük helva, pastırma, sucuk ve çemen kokulu dükkânı, aralarında bir ufacık ayakkabı tamircisi. O zamanlar ayakkabılar pençeletilir, sık sık boyatılır öyle giyilirdi. Kasap Oflaz, Yorgancı Halil, otomobil lastiklerinin eskimiş ve atılmış olanlarını toplayıp, onlardan çarık tabanı kesen Çarıkçı Rahim’in dükkânı. Onların dükkânını bir seri semerciler takip ederdi.
Semerci Hüseyin Efendi, diğer semercilerin ustasıydı, onların hepsine tepeden bakar, dükkânlarının önünden geçerken talimat verirdi. Yaşlı bir insandı ve herkes ona özel bir saygı gösterirdi. Hüseyin Efendi semer dikerdi. Bir esnaf grubu yaratacak kadar geçerli ve aranan bir sanattı semercilik, ince bir sanattı. Atın, katırın, eşeğin sırtını ve omuzlarını rahat ettirecek formu her semerci bulamazdı. Ayrıca kullanılan keçenin, çulun, kaşlarda kullanılacak ağacın, dolgunluk teşkil eden ‘sazın’ cinsi, kalitesi önemliydi. Semerden semere fark vardı ve iyi semerci aranan bir esnaftı.
Dellâl Asım günlük ziyaretini semercilerde oturarak tamamlardı Dellâl Asım hoş bir insandı. Fazla iri yarı sayılmazdı. Fakat gür davudi sesini çok iyi kullanır, tellallık yaparken azametli bir adama dönüşürdü. Devamlı şaka yapardı. Ne zaman şaka yaptığı, ne zaman ciddi olduğu belli olmazdı. Mesleğini icra ederken takip ettiği bir güzergâh vardı ve onu değiştirmezdi. Cenazelerde ve bir şeyi aramak için ya da her hangi bir şeyin duyulması için parayla onu tutarlardı. Bir cenaze olduğunda, onu yine yollarda, sokaklarda, fakat yine telaşsız yine az umursar bir tavırla görürdü Karamanlılar. Sesinin olanca kabiliyetiyle bağırırdı. Cenaze ilanı aynen şöyleydi:
“Ey ahali… Ardaşarlı Ahmet Ağa’nın karısı vefat etmiştir. Hazırdır, sevaptır, üşenmeyelim. Allah rahmet eylesin. Öğle sonu musalladan kaldırılacaktır.”
İlanı duymak için kapıya çıkan esnaflardan tam anlamayanlar, ayrıntı istemek için ona laf atarlardı.
“Asım efendi, kim dedin?”
Asım onlara konuşma tonunda bilgi verirdi. İsmetpaşa caddesi ana yoldu ve önce oranın esnafları alırdı haberleri. Sonra Semerci Hüseyin’in dükkânına giderdi çay içmek için. Onun ziyareti sırasında gelen bir müşteri olursa Asım, kendine vazife edinir ve alış verişi mutlaka sağlardı.
“Len Hüseyin Ağa, işte seni adam bellemiş gelmiş, boş çevirme şu Zengenliyi. Eşeği sana hayır okusun.
Müşteriye döner:
“Bak, sevildiğini bil, bu fiyat benim hatırıma, yoksa senin suratına bakmazdı bu herif. Al, şu semeri de şu hayvanın sırtı yağırdan, yaradan kurtulsun. Yoksa seni yolda bırakacak.”
Birde Semerciler sokağında Halit Dede’nin marangozhanesine giderdi Dellal Asım, marangoz Halit Dede’nin sohbetini severdi. Halit Dede anlamlı güzel sözler söylerdi; “Aklınla fikrinle hareket et gerisini Allaha bırak,” derdi. Su fıçısını, oklavayı, yayığı en iyi o yapardı. Bütün marangozluk ürünlerini büyük bir ustalık ve kaliteyle yapardı. İşlem yaptığı ürünlerde genellikle ceviz ağacını, çam ağacını ve gürgen ağacını kullanırdı. İşini hep aşkla yapardı. Çalışmaktan çok yorulduğu zamanlar yaptığı işin karşısına geçip onu seyredince yorgunluğu falan kalmazdı. “İnsanlar yaşadığı müddetçe, ağaçtan ayrılamaz,” derdi. “İnsan ağaçsız olmaz.
Saçaklarında güvercinler kukurdaşan Güvercinli Mescit’e doğru gelirken Berber Nazmi’nin dükkânı vardı. Nazmi’nin yeri küçük bir dükkândı. Fakat iyi bir berberdi. Anne babalar çocuklarının saçlarını kesmesi için ona getirirlerdi. Kocaman bir berber koltuğu vardı ve o koltuğun kapıdan nasıl sokulup içeriye yerleştirildiğine insan şaşardı. Bu koltukta küçük çocuklar tıraş olurken otursunlar diye yanda dayalı duran ilave tahta ve sobanın üzerinde hep kaynayan ve demlenmiş çay buharının nefis kokusunu etrafa yayan bir çaydanlık, iskemlede hep uyuyan sarman kedi. O sokaklarda herkes birbirine sevgiyle davranır, birbirine nazı sözü geçer; hiç kimse birbirini darda sıkıntıda koymaz, yokluğu, çaresizliği hissettirmezdi.
Güvercinli Mescitten başka hiçbir şey kalmadı o sokakta. Güvercinler bile kalmadı. Tüm karaman için geçerli oldu bu durum. Bu şehre ruhunu ve zenginliğini bağışlayan isimlerden ve yerlerden kalan seslerin insancıl fısıltıları işitilmiyor artık…"