Önüm sonum senin yanın...
Kandım kahrına dünyanın!..
Bunca hâne bunca hanın;
Kenarından geçiyorum;
Ben kendimden geçiyorum;
Yâr senden, cân senden,
Ben senden geçemiyorum!..
Yıllar önce; takvim yaprakları 1990'nın yaz aylarını gösterdiği bir günde, böyle bir şiir ve şarkıyla başladı onun hikâyesi... O zamanlar işin önünü de sonunu da hiç düşünmemişti. Bu işin önü neresiydi ve sonunda ne olacaktı? Hiç ama hiç tahayyül bile etmedi...
Kendi iç âlemini dizayn etmek her insan için ne kadar zor ise onun için de bir o kadar zordu.
Yatılı mektepte son derece disiplinli bir kurumda eğitim almakta idi ve bu onun kişisel meta programının "Düzen - Prosedür Odaklı" olmasına yetmişti. Her hafta Perşembe, çamaşırhaneden gelen pantolon, gömlek ve iç çamaşırlarını dahi aksatmadan ütüler ve hafta sonu izni için elbise dolabındaki yerine asardı. Haaa, bir de ceketler muhakkak naylon elbise kılıfına konur ve o kılıfın da kulakları kıvrılmış ise onlar dahi düzeltilirdi. Unutmadan söyleyeyim; işin bir de yatak düzeltme tarafı vardı. Yün yatağın çarşafının gerilmesi öykesine zordu ki, anlatılacak gibi değil. Sürekli yatmaktan ortası çukurlaşmış yün yatağın örtüsünü çektire çektire germek hakîkaten işin en zor kısmıydı. Hele ki Üstteğmen Levent'in, üzerinde bozuk para sekmeyen yatak sahiplerine verdiği hafta sonu izin yasağı işin en acımasız tarafı idi.
Her neyse, bunlar fiziksel ortamla ilgili idi ve biraz gayret ettiğinde çok çabuk çözülecek konular idi. Kısa bir süre titizlikle üzerinde durulursa alışkanlık hâsıl edecek şeylerdi ve âmirlerin tamamı da bunların olmasını özellikle istiyordu.
Ya metafizik konular? Ne kimse onların tertip ve düzen içinde olması konusunda salık veriyordu ne de bu konunun takibini yapıyordu. Aksine metafizik meselesinin en temel unsuru olan namaz kılmaz kat'î sûrette yasaktı. Öyle ki, küçük bir hapşırma sonrası âdetiniz olduğu üzere büyük bir şükür cümlesi olan "Elhamdülillah" dediğinizde ise sizi irticacı addediyorlardı. Hâlbuki, bu koca ömrü hiçbir bedel talep etmeden bize bahşeden Yüce Yaratıcı'ya küçük bir teşekkürdü o ifade. Sorarım size; nasılsın ki, size karşılıksız iyilik yapan birine teşekkür etmek nezâket sayılıyorsa bu ömrü Veren'e de teşekkür etmemek nezâketsizlik değil mi?
Gelelim en temel meseleye; namaz meselesi... Kişinin namaz kılıyor olmasının bir başkasına ne gibi zararı olur ve bu aziz devletin en mümtaz kurumunda buna yasak getirilir... Akıl alacak gibi bir şey değil.
Kendini bildi bileli; çocukluğunu yaşadığı memleketinde miniklerin en sevdiği oyun alanı camilerin avlusu ya da caminin bizzâtihi içerisi idi. Saklambaç oynadıklarında herkes ya bir ağacın gövdesinin arkasına ya da şadırvanın görünmeyen tarafına saklanırdı; Cumali hâriç... Herkes ya sobeler ya da sobelenirdi. Yalnızca Cumali bir türlü ortaya çıkmayı bilmezdi. Ne vakit Cumali'yi caminin içinde bir kolon arkasında Molla Memed'i dinlerken buldular, o zaman anladılar cami içerisine çocukların da girebileceğini...
Çocukluğunda var olan bu oyun tarzı onun metafizik konulara hep açık kalmasını sağladı. Tâ ki, yatılı mektepte eğitim almaya başlayana kadar. O ortamda değil açık ve alenî olarak namaz kılmak, onu "Îmâ" etmek dahi hoş görülmüyordu. Bütün bu sebeplerdendir ki, bir türlü sabah namazı kılabilmeyi alışkanlık hâline getiremedi. İç sesi ona hep şöyle sesleniyordu: "Üzme kendini! Mesleğe başladığında rahat rahat kılarsın." Ama işin aslı hiç de öyle değildi. Ne de olsa ağaç yaş iken eğiliyordu.
Yıllar yıllara karışıp gitti... Ne nefis sustu ne de şeytanın vesvesesi bitti.
[09:44, 21.10.2024] Faruk Gökbulut. B. S. Erd: Mesleğe başlamıştı ve artık tamamen kendi iç dünyâsını yaşayabileceği bir hânesi vardı; fakat sabah namazlarını kılmak şöyle dursun artık yorgunluk bahanesiyle yatsılar dahi kılınamaz olmuştu. Öğle, ikindi, akşam tamam... Eee, bu işin önü nerede sonu nerede?..
Sanki çölde kalmışçasına susuz; geceler karanlık geceler alabildiğine uykusuz... Bütün bunların sebebi çok açıktı. Bu muhteşem kutsal ritüelin başı ve sonu hep eksik kalıyordu. Uykusuz geçen gecenin sabâhında kılınamayan namaz ve sonrasında büyük bir vicdan azâbı... Artık kısır bir döngüye girmişti. Yatsıyı kıldığı günlerdeki iç huzuru sanki bir ana kucağı gibiydi. Ninni dinlerken uyuya kalan bir bebek misâli... Hele ki, o dinginlik ile uyandığı sabah kılınan namaz ve sonrasında Güneş'in yeryüzünü selâmlayışı; tarafsiz bir keyif...
Elli yaşına merdiven dayadığı şu günlerde herkese şifâ olan terapötik sözleri bir türlü kendini kendi öz benliğine kavuşturamamıştı. Bir de üstüne üstlük son zamanlarda ona "Modern Derviş" yakıştırmasını yapmazlar mı!.. Çünkü "Öz Benliğim" şiiri bu aralar dillere pelesenk edilmişti de Ömer Dalman ona bu mahlası deyivermişti.
"Öz benliğim, öz benliğim
Kor âteşte köz benliğim
Nefis denen mel'ûn hissi
Al havanda ez benliğim
Öz benliğim öz benliğim
Hakk'a meftûn göz benliğim
Sevdâ denen yüce hissin
Gel sırrını çöz benliğim
Öz benliğim öz benliğim
Sana yemin söz benliğim
Eğer haddim aşar isem
Kalbi örste ez benliğim
Derviş; hem de en moderninden... Estağfurullah Hocam! Dervişlik nere ben neresi?!.. dese de; gelen cevap, metafizik olaylara son derece samîmî ve modern yorumlar yaptığı yönünde idi.
Bütün bunların üzerine; eşiyle birlikte işe gitmek üzere asansöre bindiğinde; "Bir rüyâ gördüm, çok garipti; fakat hatırlayamıyorum." dediği anda sanki gözlerinin önüne perde inmişçesine rüyâsı ayân oldu: "Başı ve ayakları olmayan bir adam... Namaz kılmak için tekbir getirmek üzere ellerini kaldıracak ki, gövdede baş yok. Büyük bir kalp sızısı... Olsun deyip tekbir getirdi. Fâtiha, zammı sûre derken rükûya eğildi, bir de ne görsün ayaklar yerinde değil. Daha büyük bir kalp sızısı ve bir yanık iç çekiş. Olsun; yine de secde etmeliyim diyerek öne eğilmesiyle birlikte derin bir kuyuya yuvarlanması bir oldu. Bir anda bir ses yankılandı kuyuda: 'Bre gâfil! Başsız bir gövde, ayaksız bir bedenle mi menzîle varacağını sanırsın!?..' "
Hakîkat âşikâr olmuştu. Namaz denen bu bedenin başı sabah, ayakları ise yatsı idi.
06 Haziran 2024 / Saat: 20.07 / Mersin