Üç kişinin hesap defteri kapanmazmış derler. Bence dördüncüsü de var; İyi evlat yetiştiren babalar kadar, iyi talebeler yetiştiren iyi öğretmenlerin de kapanmaz hesap defterleri...
Hayat sadece okumak yazmak ve dört işlemden ibaret değil. Hani öğrenci velilerinin "eti senin kemiği benim" diye teslim ettiği öğretmenler vardır... Her şeyinle o yetiştirir, o ilk kıvılcımı o çakar, hayata hazırlar seni. Ülkenin yönetiminde söz sahibi olan büyük devlet adamlarını araştırın, ilkokul öğretmenleridir asıl onları büyük yapan...
Zamanın öğretmenleri öyle öğretmendi işte.
* * *
Okula kayıt için gittiğimizde o küçük, mütevazi müdür odasında bana sormuştu;
- "Ağzından mı nefes alırsın, burnundan mı!"
Seviye tespiti yapıyordu, konuşuyordu benimle, benim de gözüm konsolun üzerinde duran lokomotifte.
- "Gel bak göstereyim" dedi. Bana buharla çalışan lokomotifi anlatmıştı...
Yıllar geçse de unutulur mu küçücük bir çocuğa gösterdiği bu tavır?
Telefonun ne olduğunu bilmezken, hepimizi tek tek odasındaki telefondan konuşturmuştu.
- "Telefon üç kere çaldıktan sonra açılır. Siz de üç kereden fazla çaldırmayacaksınız..."
Telefon etmenin, telefonun açmanın bile bir adabı vardı hayatta...
Edep-adap, usül, plan, program, düzen, ahlak, gurur, onur, haysiyet, şeref... bunlar önemli şeyler.
Allah'ım ne güzeldi çocukluğumuz bizim.
* * *
O gün dertse tahta sıralardan birini kara tahtanın önüne çekmişti ve bana seslendi;
- "Gel oğlum çık şu sıranın üstüne... Çıkar ayakkabılarını!"
Bir anlam verememiştik. Sıranın üstünde öğrencinin ne işi var? Lakin kim itiraz edebilir! Babaya, ataya itiraz olur mu?
- "Şimdi namaz nasıl kılınır onu öğreneceğiz. Oğlum ellerini kulaklarına kaldır, Allahüekber de! Bunun adına tekbir denir. Kıble şu taraftır. Bizler namaz kılarken Kâbe'ye yani Kıbleye yöneliriz" deyince şaşırdık.
Sınıfta hiç namaz kılmamıştık. Aslında biz her yaz bir camide elif cüzünden başlardık Kur'an öğrenmeye, sonra Kur'an okumaya geçerdik hemen her yıl. Kur'an'ın tamamını bitirenler için de hatim merasimi yapılırdı. Bir taraftan da sureleri ezberlerdik. Ezberde yarışırdık arkadaşlarımızla. Namaz kılmayı zaten bilirdik. Ben de biliyordum sözde ama çıktım sıranın üzerine...
Meğer bir şey bilmiyormuşuz.
"Bakın! Ayaklarınızın arası çok açık olmayacak, kapalı da olmayacak. Dört parmak kadar açıklık olsa yeterli... Sonra secdeye gittiğinizde elleriniz birbirine yapışık da olmayacak, çok ayrık da olmayacak. Başınızın üstünden su döküldüğünde su ellerinize dökülecek kadar arası olacak, erkeklerin dirsekleri yerlere değmeyecek..." Farkında değildik ama namazı öğrenirken aslında itidalli olmayı, aşırıya gitmemeyi de öğreniyorduk.
Dün gibi hatırlıyorum. Her namaz kılmamda hatırlarım. Namazın kaidesi bozulmasın diye aklımdan çıkarmak istesem de nedense hep gözümün önüne geliverir! Ayaklarımın arası dört parmak aralığında olacak.
* * *
Yıllar geçti aradan.... Okuduğum okullarda hep başarılı bir öğrenciydim ben. Yıllarca okudum, memuriyet hayatım başladı, sonra üniversiteyi bitirdim, sonra öğretmen oldum, bir çok yerde çalıştım ve sonunda kendi doğum yerim Karaman'a döndüm... Askerlik dönüşü de öğretmenken Sağlık Müdürlüğünde Şube Müdürü olarak göreve başladım.
Bu süre zarfında öğretmenimi ziyareti hiç ihmal etmedim. Her fırsatta gittim, her gördüğümde elini öptüm.
O bizim Müdürümüzdü... Abilerimin, ablamın hem müdürü hem öğretmeniydi. Ankara'daki Profesör olan abim de hiç aksatmazdı ve her zaman selam gönderir, her geldiğinde de yanına mutlaka uğramadan gitmezdi.
Şube müdürü olduktan sonra ziyaretine gittim Cumhuriyet İlkokulu'na... Her zaman olduğu gibi elini öptüm. Ben hiç bir öğretmenime hiç bir zaman saygısızlık etmedim.
O girdiği yarışmalardan konuştuk. Odasındaki kütüphaneden çalışma notlarını çıkardı gösterdi...
Çay, sohbet...
- "Şube müdürü oldum öğretmenim" Dedim. Sevinecek mutlu olacak sandım. Çok tepki vermedi, şaşırdım.
- "Neden kabul ettin?" dedi.
- "Neden öğretmenim?, yanlış mı yapmışım?"
- "Yok yanlış değil ama keşke öğretmen kalsaydın..." Çok anlam veremedim ama neden idareciliğe geçtiğimin sebeplerini anlattım...
Yıllar sonra anlayacaktım yanlışımın nedenini... Öğretmenlik kadar insanı doyurucu, o kadar güzel başka bir meslek yokmuş meğer.
Bana bir olay anlattı hiç unutmam. Anlattıklarından benim hayatımda bir pencere açıldı.
Anlatması uzun ama özetle şunları demişti;
Karaman'da bir gofret, bisküvi fabrikasının sahipleri öğretmenimizin talebeleriymiş. Ve bir gün demişler ki; "Öğretmenim sen yıllarca çalıştın bir evin olmadı, kiralık evde oturuyorsun, yıllardır bir araban da olmadı halen mobilete biniyorsun. Bizim başımıza geç, sen yönet bizi... Bir ev verelim, bir araba, maaşını da kendin belirle..."
- "Ne dediniz hocam iyi bir teklif" dedim saf saf...
- "Hiç ikiletmedim, hemen reddettim"
- "Hocam böyle bir teklifi kaç kişi takla ata ata kabul ederdi. siz neden kabul etmediniz?"
Hayatımın son dersini verecekti, kulağımın son küpesi olacaktı;
- "Bak Oğlum... Hayatta her şey makam, para değil. Tekliflerini kabul etmediğimde ısrar ettiler, nedenini öğrenmek istediler. Dedim ki; çocuklar biliyorum ben sizin saygı duyduğunuz bir öğretmeninizim. İşin içine başka şeyler girdiğinde saygı zamanla azalacak. İlk zamanlar benim odama kapıyı çalarak gireceksiniz, konuşmanız bana karşı saygılı olacak... Ama sonra giderek saygı bitecek, kapıyı çalmadan gireceksiniz, sonra masamın üzerine oturacaksınız, hitabınız, konuşmanız değişecek... Telefonla odanıza çağıracaksınız, sonra patron-çalışan durumuna geleceğiz. Teklifiniz için, beni düşündüğünüz için sağolun ama ben mobiletimden de evimden de memnunum, olmaz..."
Israr etseler de kabul etmez.
Böyle bir cevaba çok şaşırırlar. Bana verdiği son ders gibi onlara da vermiştir bir ders; "Para, makam her şey değildir."
Bu benim için hayatımda makama bakışımı değiştirdi ve benim gözümde o hep bir "dev adam" olarak kaldı.
Hep bunu hatırladım. Onurun, haysiyetin, saygınlığın ne denli önemli olduğunu. Paranın ise bunların yanında bir değer ifade etmediğini çok yıllar önce öğrendim. Son dersimizi almıştık. Karakter binamızın temeline esaslı bir taş oturtmuştu aslında.
* * *
Bir gün Cumhuriyet İlkokulunda bir öğretmen yeğenimi dövmüştü.
İlkokul çocuğu... Kız çocuğu... Bahçede oynarlarken zil çalıyor. Sınıfa doğru koşarak girerlerken ayağı öndeki arkadaşının ayağına takılıyor ve arkadaşı yere düşüyor. Öğretmeni sınıfa götürüyor ve başını kara tahtaya vura vura, altını ıslatıncaya kadar dövüyor. Abim duyunca çok sinirlendi ve gereğini yaptı. Bir sürü olaylar yaşandı. Neticede o öğretmen bir daha okula gelemedi, şikayet ettik, şikayetin arkasından başka ile tayin oldu gitti...
O zamanlarda ben idareciydim. Öğretmenim Müdürlüğe geldi. Çay sohbetten sonra konuyu açtı. Bu yeğenimi döven öğretmen ile ilgili olarak aracı yapmışlar. "Öğretmen dövebilir olur bunlar..." dedi.
Bütün nezaketimle ve saygımı asla bozmadan;
- "Bakın sevgili öğretmenim. sizi ben çok seviyorum. Abilerim de çok severler. Siz bizim hepimizi bilirsiniz ve kemiğimizin sahibisiniz. Ellerinizden öpüyorum. Size hiç saygısızlık yapmayız biz... Bizi siz de döverdiniz. Ama hırsınızı, kininizi çıkarır gibi değildi... Yanlışımızı öğretirdiniz bize. Bir kusurum olduğunda baş parmağınızla işaret parmağınızın tırnakları ile kulak mememizi sıkardınız. Çok canım acırdı. Gözlerimizden yaş gelirdi. Ama bu bizim kulağımıza küpe oldu hep. Hayatımızda bu sizin küpeleriniz bizi başarılı kıldı. Ama bu böyle değil, lütfen bu konuda bizi anlayın sevgili öğretmenim!" deyince anladı ve geçmişe gitti eminim...
- "Haklısın oğlum" dedi. "Öğretmen iyi biri olabilir ama çocuktan bir şeylerin hırsını çıkarırcasına dövmez. Bunu yapmamalıydı. Bunu ben sana hiç söylememişim kabul et..."
Ellerinden öptüm...
* * *
Ankara'daki abim her geldiğinde ilkokulda mayasını veren öğretmeninin yanına mutlaka uğrardı. Hem o sever sevinirdi, hem de abim çok değer verirdi. Ailecek karakterimizin mimarıydı neticede...
Abim son geldiğinde yanına gitmek istedi. "Abi Alzheimer hastası oldu" deyince hiç unutmam çok üzüldü...
Abimin üzüntüsü "Hadi yaa..." demekti... Belki 20 kere "Tüh... Hadi yaa..." dedi... Çok üzüldü.
Mustafa abim her geldiğinde küflü peynir, mayalı ekmek gibi Ankara'da bulamadığı yiyecekleri alır Karaman'dan. Son geldiğinde Ünver bakkala gittik. Küçük dev adam yanında biri ile birlikte içeri giriverdi. Kocaman profesör olmuş abim öğretmeninin eline sarıldı, öptü, öptü... Abim belki onun en çok sevdiği, en başarılı ve vefakar çocuklarından biriydi ve o hiç tanımıyor, donuk gözlerle bakıyordu. İnanılmaz, unutulmaz bir sahneydi o gün o bakkalda yaşadığımız. Yanına gidememiştik ama Allah yine karşılaştırmıştı. Abimin de zaten son görüşü olacaktı...
Yaşadığımız bir veda sahnesi gibiydi.
Kim bilir daha neçe çocukları adam etti!
Elbette bizim sevgimiz de saygımız da, duamız da asla bitmeyecek!
Sevgili öğretmenimiz, Necati Güngör Müdürümüz...
Allah'a mektup yazabilseydim, sizi cennetinin en güzel yerine koymasını isterdim. Her namaz kıldığımda bunun duasını ediyorum.
Kaleminize sağlık Ne güzel anlatmışsınız Necati Hocamı. Arzu ettiğim tek şey nedir biliyor musunuz? Bu güzel kişiliğin adının Karaman'da yapılacak bir okula verilmesi.
Hocamın mekanı cennet olsun,sizinde gönlünüze kaleminize sağlık,,Saime öğretmenim eşi ve Karaman ın medarı iftihar ı olması hasebiyle tanırım.