Su kaynağında tertemiz ve berrak. Sonra derelerden, ırmaklardan aktıkça suya pislikler karıştırılıyor. Uçlarda simsiyah oluyor. Ve biz suya pislikleri karıştıranları görmezden gelip, netice ile uğraşıyoruz, suyun neden siyah aktığını konuşuyoruz.
Denize kanalizasyon suları, fabrika atıklarını verip denizin boğazını sıkıyoruz nefes almasını engelliyoruz, göz göre göre öldürüyoruz.
Suyu kirleten kim? Bakıyorsun bir fabrika çıkıyor ortaya yahut ensesi-boynu kalın bir iş adamı, devletle yakin ilişkileri bulunan ayrıcalıklı azınlıktan biri... Sonra temizlemek için çalışma başlattık diyoruz, bir yandan suya pislik atanlar pislik atmaya devam ediyor, bir yandan da suyun temizleneceği yalanını söylüyor, milleti kandırıyoruz. Her şey böyle...
Her gün sabah kalktığımızda mis gibi bir havayı soluyup Yaratan'a şükrediyoruz. Diktiğimiz ağaçlar gece kirli havayı somurmuş, yerine tertemiz bir havayı üflemiş. Sonra kömür sobalarının, fabrika bacalarının, egzoz gazlarının karışımlarıyla kendi havamızı kendimiz yok ediyoruz.
Kimdir benim havamı bozan? Kimdir o çevreyi kirleten, tahrip eden diyorsun, bakıyorsun bir siyasetçi çıkıyor, bakan oluyor, devletin adını kullanan, ses çıkarılamaz bir devlet yetkilisi oluyor. Neticede karşında devleti buluyorsun.
Ormanları tahrip edersen, yakıp kendine alan açıp orman içine lüks villalar dikersen orman içinde sen temiz hava solursun da, bir gün gelir yağmur yağmaz olur. Deniz nasıl yüzümüze kusmuğunu saçmış ise orman da yüzüne öylece tükürür.
Toprağa bir küçücük tohum ekiyorsun, yüzlercesini sana geri veriyor. Acı bir tohum tatlı bir meyveye dönüşüyor. Tadında, dengesinde. Lakin biz hemen gereğini yapıyoruz. Daha çok versin, daha çok kazanayım hırsı ile can çekişen toprağın canını çıkarıyoruz.
Hiç nefes bile aldırmadan on yıl üst üste mısır ekip vahşice sularsan toprak kirlenmiyor belki ama çorak, verimsiz, ölmüş, yok olmuş bir hale getiriyorsun. Artık ne ekersen ek, yetişmez hale geliyor. Halbuki toprağa pislik atıyorsun, temizliyor da sana geri veriyor. Pisliği bile faydalı hale getiriyor. Ama bir naylonu, pet şişeyi, organik olmayan, değişime uğrattığımız bir maddeyi toprağın yemesi, öğütüp sindirmesi yüz yıllarca zaman alıyor.
Ekilebilir araziye, tarım arazisine ev, otel, fabrika, AVM dikiyorsun mesela... İşte netice ortada... Aslan aslan gibi yaşar. Kurt kurt gibi, kartal kartal gibi, yılan da yılan gibi... Dengeyi bozmamak gerekiyor. Kedi evde, tilki ormanda, leylek havada... Allah'ın düzeni, dengesi bu! Toprak ta, hava, da su da, yeri göğü yoktan var eden Tanrı da bu kadar vefalı...
İnsan hayatı da öyle değil mi? Bebek doğuyor. Tertemiz, arı, duru, saf, berrak, şeffaf... Sonrası malum. İnternet, televizyonlar, boş müfredat, çevre şartları-dış etkenler... Dört bir yandan akan pisliklerin içinde çocuğu temiz tutmaya çalışıyoruz. Hak-hukuk tanımayan, zalim, hırsız, yolsuz, katiller, mafya örgütleri, kabadayılar, gayrimeşru yaşayanların içinde, erdemli bir insan olmaları için uğraşıyoruz, çabalıyoruz. Kimi çocuğunu ayrıcalıklı bir sınıf içinde, çok paralı ayrıcalıklı yandaş yurtlarında, okullarında yetiştiriyor, kimi başka ülkelerde okutuyor. Çocuklarını pisliklerden korumak için mi böyle yetiştiriyorlar yahut yönetenleri yönetecek, ayrıcalıklı insanlar olarak yetiştirmek için mi eğitiyorlar bilmiyorum...
Yaratan'a rağmen tabiatın dengesini bozmakla görevlendirilmiş, ormanı, havayı, suyu, toprağı yok eden insanlar olarak yetiştirilmek gibi...
Belki de bu bir döngü ve doğru ile yanlışın farkını fark etmemiz için böyle, doğanın dengesini bozacak birileri de olacak onu da bilmiyorum.
Ama bildiğim bir şey var; kirlenme ne kadar sürmüş ise temizlenme de o kadar sürer. Bazen temizleme imkanınız da kalmaz.
Ölüme çare bulamadığınız gibi. Havaya, suya toprağa, insana biraz vefalı olmak gerekiyor. Çevreyi, tabiatı, havayı, suyu toprağı kirletenlere, insanı kirletenlere fırsat vermemek yok olmadan önce tedbirlerini almak gerekiyor.
İçine siyaset, akrabalık, yandaşlık, hırs, kin bulaştırmadan...