Havasında tertemiz insanlık kokan zamanların çocuklarıyız biz...
Atadan aldığımız terbiye ile büyüdük. Öğretmenlerimiz bütün o güzel hasletleri yoğurdu kişiliğimize... Hepsi bizimdi, bizim kültürümüzdü...
Hayallerimiz, ülkülerimiz, rüyalarımız, dünya görüşümüz, değerlerimiz, şahsiyetimiz, insanlığımız böyle oluştu...
Olaylar karşısındaki tavrımız, duruşumuz, tepkilerimiz böyle oluştu, böyle gelişti.
Kemalettin Tuğcu'nun çocuk kitaplarını okuduk, siyah beyaz televizyonlarda eskinin Türk filmlerini seyrettik... Onlarda merhamet vardı, komşuluk, iyilik, dürüstlük vardı. Duygusaldık, o filmlerde ağladık, güldük, sevindik biz... Pek çok şeyi sindirdik hücrelerimize; kibrin, büyüklenmenin yanlışlığını, zengin olmanın her şey olmadığını öğrendik...
Ömer Seyfeddin'in hikâyeleri, M.Necati Sepetçioğlu'nun, Peyami Safa'nın kitapları, Yahya Kemal'in, Arif Nihat Asya'nın şiirleri, babamın anlattığı masallar, anacığımın tekerlemeleri bile hep bir şey kattı kıyıdan köşeden... Her biri bir şey kazıdı kişiliğinize...
Düşünüyorum da, kıskanmak bile ne güzelmiş...
Şimdiki çocuklarda utanma duygusu dahi yok... Bir anne kedinin yavrusunu koruması içgüdüsü bile kalmamış. Güzel hasletlerin hepsini kurban ettik kontrolsüz teknolojiye...
Çocukların hayallerini çaldık biz!
* * *
Ben hayaller kurardım çocukken... Büyük buluşlar yapacaktım, insanlığa bir şeyler katmalıydım bütün o büyük insanlar gibi...
Bir buluş, deney yapma merakı vardı bende. Öyle böyle değildi yani.. Okulda bir şey öğrensem gelip denemesini yapmalıydım mutlaka.
Suyun basıncını öğreniyoruz. Metal hap kutusunun içine biraz su koyup tüpün üzerinde altından ısı vereceksin, böylelikle su kaynayacak ve içinde buhar oluşup sıkışacak, plastik kapağı patlatacak, fırlatacaktı. Tabi elim yanmasaydı. Meğer tüpü bir maşa ile tutmak gerekiyormuş.
Cumhuriyet ilkokulundaki Necati Müdürümüzün odasında, verniklenmiş ahşaptan vitrinin camından, o buharla çalışan tren modelini bıraksalar saatlerce izlerdim. Şimdi adını bile bozmuşlar benim okulumun! Neyse ki "Cumhuriyet" adını bari silmemişler...
Ya Jules Verne'in kitaplarını okurken neler geçerdi aklımdan... "Balonla Seyahat" kitabını bir çırpıda okumuştum. Uçan balonların içinde Hidrojen gazı varmış, o da havadan hafif olduğundan balon uçuyormuş. Hidrojen nasıl elde edilir? Asitin içine çinko atacaksın, tepkimeye girecek, çıkan gaz hidrojen gazı... Öyleyse bir şişenin için asit koy, içine çinko parçaları at, üzerine de bir balon geçir, uçan balon yap. Olur mu? Olur da basınç olmayınca balonun şişmesi uçmasına yetmeyecek tabi...
Belki de en ilginç yaptığım denemem, sazın telinden ampul yapma çalışmamdı. Ampul nasıl yanıyor? Bir telin iki ucundan elektrik veriyorsun, tel kızarıyor, yanıyor, bu kadar...
Saz telini alıyorsun, prize boyun yetişmiyor tahta sandalyeyi koyuyorsun ve üzerine çıkıyorsun. Telin bir ucunu prizin bir ucuna, diğer ucunu da diğer ucuna sokuyorsun... Sonrası malum bir patlama... Ben de aslında ampulü değil de flaşı bulmuşum. Bilincim gitmiş bayılmışım, her yere telin ateş parçaları dağılmış, yer yer halıyı yıkmış. Kendime geldiğimde bağırış çağırış... Sonra yasaklandı denemelerim ama gizliden devam etti tabi...
Bez mendilin dört kenarına ip bağlayıp o dört ipin ucuna da bir taş bağlıyorsun, havaya attığın zaman o yavaş yavaş düşüyor... Paraşüt yani... O paraşütle yavaş yavaş havadan inmenin hayalini kuruyorsun çocuk halinle... Şimdi atla deseler atlayamam da o zaman hiç tereddüt etmezdim kesin.
Hele ince çıtalardan uçak yani planör yaptıydım ya! Çıtaların üzerine naylon çakıp, evin kiremit damından aşağı attıydım kendimi de küüt diye düştümdü...
Hani Eski Pazartesi Pazarının oraya cambazlar gelirdi eskiden... Yeşil Cami'nin önündeki o meydana... Orada cambazların uzun ayaklarla yürüdüğünü gördük ya! Onun gibi olacaz... İki sopanın orta yerlerine ayak yapıp yürürdük. Önce küçük değneklerle yürürken sonra abartmışım, 3-4 metre uzunlukta ayak yapınca bizim eski kerpiç evin ikinci katının penceresinin önünden yürüyerek geçerken anamın yüzünü görmeniz lazımdı... O telaşını, "bu çocuk bir gün başına bir şey getirecek" diyerek kızmasını, sonra yediğimiz terliği...
Biraz da yokluk var haliyle... Hani duş yaparken suyun yağmur gibi başına akması ne güzel bir şey mesela... Bir küçük konserve kutusunu çiviyle nokta nokta deliyorsun, bir hortum geçiriyorsun yan tarafından. hortumun diğer ucunu da "aşenedeki" musluğa dayayıp, evin hayatındaki anamın çamaşır serdiği telin üzerine sabitliyorsun. Hortumu açtığın vakit su o teneke kutudaki deliklerden başına yağmur gibi akıyor, oluyor sana duş. Çocukluk aklı işte! Şimdiki çocuklara söylesen ne dediğini akılları almaz yeminle...
Hızar dükkânımız olduğu için şanslıydım ben... Tahtadan tabancalar, Namlusu oluklu, iki ucuna don lastiği geçirip yaptığımız tüfekler, bilyeli tekerden yaptığımız döner koltuk.
* * *
Her çocuğun mutlaka bilyeli tekerden bir arabası olmuştur. En güzeli benimkiydi tabi. Şimdi tarih profesörü olan abim hızar dükkânımızda benim için yapmıştı. Herkesinki dört teker, benimkisi iki tekerdi. Yani bugünkü kaykayın tahtadan ve bilyeli tekerden olanı gibiydi. Diğerlerinden farklılığı direksiyonu bile vardı vallahi. Üzerine de "Harley" yazmıştık da asfalt yollarımız yoktu...
Şimdi düşünüyorum, Cumhuriyet buymuş. Osmanlı'da olduğu gibi işçinin çocuğu işçi, çiftçinin çocuğu çiftçi kalmazmış. Bir esnafın çocuğu profesör olabiliyormuş, mesleğinin en üst noktasına kadar gelebiliyormuş. Benim icat-mucit hayallerim olmadı belki ama abiminki gerçekleşti, ne güzel! Şimdi o Cumhuriyet Bayramını kutladığımız çocukluk zamanlardan daha çok ve bilinçli seviyorum Cumhuriyeti.
* * *
Okuldan çıktığımızda oynadığımız oyunlardan biri "kireç patlatma" idi... Şişeni içine yanmamış kireci koyup içine su döküyorsun, ağzını kapatıp çukur açtığın toprağın içine sıkıştırıyorsun ve o patladıktan sonra dağılan cam kırıkları zarar verebilir düşüncesiyle kaçıp, gizlice bakıyorsun nasıl patladığına...
Yahu okulda çocuklara çok şey öğretilirdi... Şimdi yok hiç biri, yok... Ne öğretimi, ne eğitimi kalmadı. Yeminle 50 sene öncesine dönsek bundan daha iyi olurdu...
Cam bardağa su doldurup üzerine bir kâğıt koyuyorsun, ters çeviriyorsun, su dökülmüyor. Müthiş...
Ebru yapmıştık... Bütün öğrenciler yapmıştı. Şimdi ile mukayese et ve o günün fedakâr öğretmenine bak, nasıl öğretmenmiş...
Bir çiviye bobin teli sarıp mıknatıs yapmıştık mesela...
Öğretmenimiz ödev vermişti, herkes evinde birer telgraf yapmıştı. Bildiğin telgraf modeli... Buradan tık tık basıyorsun teneke düğmeye, taa ötedeki teneke de bobin sarılı çiviye senin bastığınla eş zamanlı tık tık değiyordu...
Elektrik Ocağı yapmıştık mesela... Kullanamadık çünkü elektrikli ev aletleri öyle kullanılamazdı rahatça, pahalıydı. 70'li yıllar... Tasarruf da önemliydi.
Yaptığım o küçük ampulden transistörlü gece lambasını evde kullanmak bir keyifti yani... Yaktığın o gece lambasında evin bütün halkını aydınlatıyordu. Senin yaptığın bir şey kullanılıyordu. Çocukluğumun en güzel şeyiydi belki de bu gece lambası. Güzel olması, yaptığın bir şeyin kullanılıyor olması, insanlara hizmet ediyor olması, yararlı bir şey yapmış olmamdı belki de...
Ben yaştakilerin birçoğu bunları yaşadı eminim... Benzeri daha bir sürü anı var hafızalarda ve bizimle birlikte yok olup gidecek. Tarihe bir not düşsün dedim...
Biz eskiden daha iyiydik!
Daha iyi nisanlardık.
Para, makam, mal, şan, teknoloji sizin olsun...
Biz eskiden daha mutluyduk...