-O kadar beni hiç umursamadın ki sana kendimi ispatlamak için herkesi kendime rakip olarak gördüm. Dünyanın en basit eylemlerinde bile mutlu olmayı değil sana kendimi ispatlamayı seçtim. Karanlık bir boşluk gibi çektin beni içine. Ne yapsam ulaşamadım sana. Ne yaptıysam olmadı. Hiçbir çabam senin bakışlarına değmedi. Görmedin hiç. Sen görmedikçe ben daha da hırçınlaştım. Başkalaştım. Değiştim. Dönüştüm. Aslında hiç olmayı istemediğim kişiyim artık. Mutlu musun ha! Mutlu musun?
- Ne diyorsun Allah aşkına! Saçma sapan narsist tavırlarına beni gerekçe gösterip kendini temize çıkarmaya çalışıyorsun.
- Benim narsistliğimin sebebi sensin be!
-Fazla ileri gidiyorsun!
Tokat atmak için elini kaldırdı. Eli havada asılı kaldı.
-Vur. Vursana hadi! Vur da varlığımı hatırlayayım baba!
-Yıkıl karşımdan. Git gözüm görmesin seni!
-Gözünün görmesini istemediğin kişiyi bu hale sen getirdin. Anladın mı? Yıllarca görmezden gelerek yaptın bunu!
-Defol lan!
Son sözleri kulaklarında çınlarken uyandı genç. Herhangi bir saatin zamanın o ânına işaret eden görseline umarsız… Banyoya attı kendini. Lambayı yakmadan. Lavaboyu açtı ve soğuk sudan yüzüne tokatlar attı. Eskiden olduğu gibi…
Doğumu dünyaya bir hiç gibi atılmak olarak gören insanın yaşama isyan eden tavrıyla yumrukladı duvarları. Ne zaman kızsa ve çaresizlik dilini bağlayan bir ipe dönüşse… Ve sözcükler boğazına düğümlense yumruğunu sıkar duvarları döverdi. “Neden o anlara şahit oldular?” der gibi.
Kendi iradesiyle seçmediğinin iradesinin kölesi olmaya iyi evlat yakıştırması yapan toplumun yuttuğu çocuklar… Kimlikte ismi yazılı kişilerin bedenen hayattayken yetim bıraktıkları…
Hayallerini, anne ve babalarının ihtiraslarına uyumlu şekillendirmek zorunda kalan evlatların kendilerinden kopuşu… Unutuşu… Kendi kimliklerini inşa edemeyişi…
Başka insanların gözünde değer kazanmayı özünde değerli olmaya yeğleyen biçareler… bir yanılsamaya kurban verilen ömürler… Başarının kişiyi kendi öz kimliğinden koparışı… Ve insanın en büyük yenilgisi: Kendini kaybetmesi…
Bir kalem bir evladın gözünden hayatı anlamlandırsa bu sözler süzülür mürekkebinden. Bir film sahnesi gibi kameranın kadrajı yer değiştirse… Anne ve babanın yüreğinin sızısını çekebilse bir yönetmen… Ve herkes sevgisiyle boğduğu evlatlarının yokoluşuna ağlasa…
Bir gün böyle bir film çeksem o filme “Sevginin Boğduğu Evlatlar” adını verirdim. Başka insanların gözünde değer kazanmaya ömürlerini adayan ebeveynlerin “Toplum ne der?” sorusunun cevabına adak adadığı evlatlarının ıstırabına yabancı halleri…
Bir evladın berrak, mis kokulu gölette kendi başına yüzemeden dibe çekilmesi… Çırpındıkça çıkamaması… Boğulması… Kendi iradesiyle inşa etmeyi umduğu kimliğinin ölümü…
Bir bedende ölen kimlikler… Kendi hırslarına çocuklarının mutlu olma ihtimallerini yem eden ebeveynler ve perdeye yansıyan filme gizli gözyaşları döken babaların suskun pişmanlıkları…
Yüzünde süzülen artık su damlacıkları… Aynada biriken ıslaklıkla birleşince gözleri, kendini göremedi o an. Bir ıslaklıkta kendini görmek gibi bir babanın gözlerinde varoluş kazanmak. İnsanın yenemediği gücün kendisini inşa edişine ağıtlar yakması…
Gözyaşlarının buğusu sardı aynayı sanki. Silik bir silüet gibiydi yansıması. Yönetmenin kadrajın dışına itmek istediklerine uyguladığı bulanıklaştırma tekniğiyle silikleştirilmiş görüntüsüne bakarken hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
Kesik kesik nefes alışının hıçkırıklı ağlamayla birleşimi garip bir ses yankısı oluşturunca seslendi annesi: “Bir şey mi oldu oğlum?” … (Sessizlik)…
Bir şey olmadı… Hiçbir şey… Hiçliğin karanlığına hapsoldu herkes. Evlatlar kendi iradelerinin tercihi olmayan hayatlarda güç yetiremedikleri irade sahiplerinin bitmemeye yeminli hırslarına yem oldu.
“Beni saçımın teline dahi kıyamayan insanlar mahvetti.” Bu cümleyi yuttu o sessizlik. Yutkundu. Kahvaltı sofrasına oturmadan dışarı attı kendini. Gitti…
Yorumlar
Kalan Karakter: