Gün geçtikçe eriyip akıyoruz. Heder ettiğimiz değerlerimizle birlikte yıkılıyoruz. En acısı da bunu bir marifet olarak, bir başarı olarak görüyor oluşumuzdur. Bir yuva düşünün ki ata evladına, evlat atasına yabancı, çünkü dünyaları birbirine yabancı. İnsan, bedeninin değil de beyninin doyduğu yere ait hissediyor kendini. Evlatlarımızın karnını doyurduk ama beynini ve benliğini aç bırakarak... Düşünüp idrak edemedik, oysa en büyük açlık beyin ve kişilik açlığıydı. Bu açlığı kim giderirse insan o yöne hizmet ederdi ve öyle de oldu. Biz evlatlarımızın karın ve beden hamallığını yaparken, başkaları onların beyin efendiliğini yaptılar. Ve bir adım sonrası beyin ve bedenleriyle birlikte o efendilerin kölesiydiler artık. Bize kala kala hamallık kalmıştı.
Bir yerde bir boşluk vardı, sezemediğimiz, çözemediğimiz. Çözecek idrak ve ferasete muhtaç bir boşluk...
Kavramların ve değerlerin içini boşaltarak gelecek tasavvur ve inşa edilemezdi, edemedik.
Hep birilerinin peşine, fikrine, diline ve gölgesine teslimiyeti adamlık sanarak/sayarak, ilimle- irfanla donatılmış, yoğrulmuş, kalkmış ve doğrulmuş bir medeniyet tasavvuru yerine, attığı adımın, gittiği yön ve yolun idrakinden gafil, biçare, zavallı ve sefillerdik. Taassubun demir perdelerine esir ve mahkûm bir hayat tarzını benimsemiş, özümsemiş bir yolun (bir yolsuzluğun- bir ufuksuzluğun) cenderesinde daha ne kadar kalacak ve ezilecektik.
Ve ne zaman, varlık ve bahtiyarlık nizamımızı, rahmet peygamberinin, hikmet hikmet, ayet ayet pörsümez ve solmaz nizamıyla tanıştıracak ve ne zaman raflara mahkûm ettiğimiz Kur'an'ı okuma, anlama ve hayat düsturumuz etme lütfunu gösterecektik. Ve ne zaman başımız dara sıkışınca hatırladığımız Rabbimizle barışacaktık? Ne zaman... ?
Bir yerde bir boşluk vardı; sezemediğimiz, çözemediğimiz. Çözecek idrak ve ferasete muhtaç bir boşluk...
Gün geçtikçe eriyip akıyoruz. Heder ettiğimiz değerlerimizle birlikte yıkılıyoruz. En acısı da bunu bir marifet olarak, bir başarı olarak görüyor oluşumuzdur. Bir yuva düşünün ki ata evladına, evlat atasına yabancı, çünkü dünyaları birbirine yabancı. İnsan, bedeninin değil de beyninin doyduğu yere ait hissediyor kendini. Evlatlarımızın karnını doyurduk ama beynini ve benliğini aç bırakarak... Düşünüp idrak edemedik, oysa en büyük açlık beyin ve kişilik açlığıydı. Bu açlığı kim giderirse insan o yöne hizmet ederdi ve öyle de oldu. Biz evlatlarımızın karın ve beden hamallığını yaparken, başkaları onların beyin efendiliğini yaptılar. Ve bir adım sonrası beyin ve bedenleriyle birlikte o efendilerin kölesiydiler artık. Bize kala kala hamallık kalmıştı.
Bir yerde bir boşluk vardı, sezemediğimiz, çözemediğimiz. Çözecek idrak ve ferasete muhtaç bir boşluk...
Kavramların ve değerlerin içini boşaltarak gelecek tasavvur ve inşa edilemezdi, edemedik.
Hep birilerinin peşine, fikrine, diline ve gölgesine teslimiyeti adamlık sanarak/sayarak, ilimle- irfanla donatılmış, yoğrulmuş, kalkmış ve doğrulmuş bir medeniyet tasavvuru yerine, attığı adımın, gittiği yön ve yolun idrakinden gafil, biçare, zavallı ve sefillerdik. Taassubun demir perdelerine esir ve mahkûm bir hayat tarzını benimsemiş, özümsemiş bir yolun (bir yolsuzluğun- bir ufuksuzluğun) cenderesinde daha ne kadar kalacak ve ezilecektik.
Ve ne zaman, varlık ve bahtiyarlık nizamımızı, rahmet peygamberinin, hikmet hikmet, ayet ayet pörsümez ve solmaz nizamıyla tanıştıracak ve ne zaman raflara mahkûm ettiğimiz Kur'an'ı okuma, anlama ve hayat düsturumuz etme lütfunu gösterecektik. Ve ne zaman başımız dara sıkışınca hatırladığımız Rabbimizle barışacaktık? Ne zaman... ?
Bir yerde bir boşluk vardı; sezemediğimiz, çözemediğimiz. Çözecek idrak ve ferasete muhtaç bir boşluk...
Mustafa TURANİ