Bir hafta sürecek yayla göçü bu sabah başlıyordu. Herkeste bir telaş, bir heyecan, anlatılmaz bir coşku vardı.
Akşamdan her türlü hazırlık yapılmıştı. Develeri "ıhardılar", yüklerini yüklediler. Önde bir eşek, ardında dört deve, göçün en önünde de evin kızı, yolculuk başladı. Daha güneş doğmamıştı. Akşamüstü konacaklar, ertesi günü sabah erkenden yine yola koyulacaklardı. Yedi günün sonunda Bakırdağı Kazancı yaylasında göç bitecekti.
Önce Kozan'a, sonra Feke'ye çıkılacak, sonra sürekli kuzeye Kayseri istikametine gidilecekti.
1946 yılının Nisan ayı ortalarıydı. Çukurova yeşile boyanmıştı, dağlar da ilkbahara göz kırpmaktaydı. Doğada yeniden canlanma coşkusu, yüreklerde yayla göçü coşkusu vardı.
Özlemini çektikleri yayla yolunda kona- göçe devam ettiler. Yedinci günün sonunda Bakırdağı'na, Kazancı yaylasına vardılar. Develerin yükü indirildi, çadır kuruldu ve eşyalar yerleştirildi. Bir hafta sonunda etraf çadırlarla dolmuştu.
Duman Mahmut sırtını yük çuvalına dayayıp "oh be, çok şükür" dedi. Bunu gören hanımı Hatice, kocasının keyfi tamam olsun diye, “kızım babana bir kahve yap” dedi. Kızı, “tamam ana, kuyudan su getireyim, hemen pişiririm” dedi. Öyle de yaptı. Yük çuvalından kahve takımını çıkardı, kahve tavasına çekirdek kahvelerden koydu, yanan ocağın ateşine sürdü. Kahve değirmeni, cezve ve fincanı hazırladı. Yarım saat sonra kahve fincanı babasının elindeydi. Fincandan her yudumu çekişinde babasının bundan ne kadar haz aldığını görebiliyordu.
Artık, günleri yaylada geçecekti. Ertesi günü çoban sürüyü de getirdi. Eylül ayının ortalarına kadar yaylada olacaklardı. Belki duruma göre yukarlarda karlar eridikten sonra çadırlarını taşımaları söz kodu olacaktı.
Her geçen gün yaylanın güzelliği artıyordu. Kekik, yarpuz, yavşan, şalba gibi bitkilerin kokularını daha derinden hissettiler. Sümbül, lale, çiğdem kokuları birbirine karıştı. Yeni yeni yayla çiçekleri açtı, rengârenk görüntü ruha şifa veriyordu. Otlar büyüdü, koyunların biciklerinden bereket fışkırır oldu. Develerin de, atların da, eşeklerin de koyun ve keçiler gibi keyifleri yerindeydi.
Günler geçti, Temmuz ayının ilk günleri geldi, Ramazan ayı başladı. Gönüllerde huzurun, manevi hazzın hissedildiği günler başlamıştı. İkindi sonu güneş ufka yaklaşınca insanların rikkati de artıyordu. İbadetlerini coşkuyla yapıyorlardı.
Yakınlarda cami yoktu ancak, havaya akşam loşluğu inince, Ramazan ayı için teravih kıldırsın diye tuttukları Laz hocasının “Allahu Ekber” sesini duyup oruçlarını açıyorlardı.
Everek (Develi)in pazarı salı günüydü. İhtiyaçlarını karşılamak için pazara gitmesi gereken Yörükler, önce at ve eşeklerine binerek Yukarı (büyük) Künye köyüne gidiyorlardı. Oradan kamyona binip Everek'e gidiyor, pazarlarını bozup kamyonla tekrar Künye'ye dönüyorlardı. Oradan da tekrar binitlerine binerek Kazancı'ya dönüyorlardı.
Duman Mahmut pazar işini bu şekilde halletmiyordu. O pazartesi günü eşeğine semerini vurur, üzerine heybesini ve kepeneğini yerleştirirdi. Heybesini bir gözüne azığını, diğer gözüne de kahve takımını koyar ve yola düşerdi. Bir gece yolda, uygun bir yerde yatar, ertesi günü pazarını bozar ve aynı yoldan dönerdi. Heybesinin bir gözüne pazardan aldığı helva, pekmez, üzüm, bakliyat gibi yiyecekleri özenle yerleştirdi. Diğer gözüne de ayakkabı, basma, kumaş, kap kacak gibi eşyaları yerleştirirdi. Yemek molası verdiği zaman mutlaka ateş yakar kahvesini pişirir, içtikten sonra yola düşerdi.
Ramazan ayında akşam yemeklerine biraz daha özenilirdi. Komşu çadırlar birbirini iftara davet ederlerdi. Sonra namazgâhta teravih kılınır, çadır dönülür, geç vakte kadar sohbet sürerdi.
Sahurda yemek olarak sofraya konulan yiyecekler en başta erişte, bulgur pilavı, yoğurt, üzüm hoşafı ve ayran olurdu. Akşam iftarda ilk akla gelen yemekler; yahni, kavurma, pilav, yoğurt, çorba olarak da, ölemeç, bulamaç ve tarhana olurdu.
Ramazan ayı yılın en sıcak ayına rast geldiği için ihtiyarlar ve erkekler çadırın gölgesinden pek ayrılmazlardı. Ancak kadınlar koyun sağmak ve yemek yapmak gibi işleri yerine getirmek zorundaydılar.
İftara yakın çadırlardan birer çocuk ya da genç kuyuya gider, iftar için buz gibi su doldurur çadırlarına dönerlerdi.
Pazar ihtiyacı için gittiği Everek'ten akşamüstü dönen Duman Mahmut “kızım, bugün çok susadım, kuyudan bolca su getirin bir de o su ile çalkamaç (ayran) yapın” dedi. Orucunu bu buz gibi sudan bir tas içerek açtı. Peşinden bir tas da ayran içti. Yemekte hiç gözü yoktu. Tütün tabakasını çıkardı, bir sigara sarıp yaktı ve derin derin bir kaç nefes çekti. Sonra ölemeç çorbasını tahta kaşığıyla içti. Yemek yemeyeceğim kahvemi yetiştirin deyip, akşam namazına durdu. Yemeği acele tamamlayan kızı Emine babasının kahvesini hazırlayıp verdi. Duman Mahmut kahvesini huzurla yudumlarken babasını, dedesini ve daha önceki dedelerini düşündü. Onlar da yıllarca bu yaylaya çıkmış şimdi yaşadığı hazzı yaşamışlardı. "Bizden sonra ne olacak, bizim çocuklarımız bu yaylaya çıkabilecekler mi?" diye düşündü. Herkes yerleşecek yer arıyor, bu hayatı bırakmaya hazırlanıyordu. Kahvesinden son yudumlarını alırken bir sigara daha sardı ve yaktı, hüzünle çekti taa ciğerlerinin içine kadar...
Kaleminize sağlık.Yazınızı okumadım bir kenardan filim seyreder gibi izledim,adeta.Yazıdaki yaşananlarla yaylaya ihtiyaç için pazara keyf için kahve içtim.Sağ olun var olun.Iyiki varsınız.
Hocam Mahmut cıgarayı gancık guyruğu gibi sarmıştır mutlaka. Onuda başka bir zaman yazarsın. Selamlar