"Yörükler yayla dönüşü bizim köyün alt başındaki geniş meraya konarlardı. Kerimoğlu düzlüğe her indiklerinde, çadırlar kurulur kurulmaz türlü hediyelerle bize gelirdi. Bir yayla dönüşünde anamla birlikte Kerimoğlu çadırına gittik. İlk kahveyi Kerimoğlu ile birlikte o görkemli çadırda içtim. Kerimoğlu herhalde beni babamın yerine koymuştu. O gün bugündür de o kahvenin tadını kokusunu hiçbir kahvede bulamadım"
Bu satırlar ünlü Yazar Yaşar Kemal'e ait. "İnce Memed" adlı ünü sınırlarımızın dışına taşmış eserinde Kerimoğlu'nun Saçıkara aşiretinden olduğunu yazar. Bu ünlü romanın temelleri de Saçıkaralılar'ın çadırlarında dinlediği İnce Memed hikayelerine dayanır.
Bu bilgiyi, hazırlığı son aşamada olan "İnce Memed"le ilgili kitabıma da koymuştum. Ancak şimdi bu bilginin kaynağını ve mahiyetini de öğrenmiş oldum. Yaşar Kemal bu satırları 2005 yılında Kültür Bakanlığınca yayımlanacak olan bir kitabın "ön söz"ü olarak yazmış. Ancak Kültür Bakanlığı bürokratları orada yer alan "Alevi Kürtler" tabirinden dolayı önsözü kabul etmemişler. Araya girenler de olmuş ancak sonuç değişmemiş. Kitap önsözsüz basılmış. İşte bu kitap -aşağıda kapak fotoğrafını verdiğim- Ulla Johansen'in "50 YIL ÖNCE TÜRKİYE'DE YÖRÜKLERİN YAYLA HAYATI" adlı kitaptır. Son derece ciddi ve değerli bir araştırmadır.
Önsöz olarak yazılan bu metin daha sonra Yapı Kredi yayınlarından çıkan "Bin Bir Çiçekli Bahçe" adlı kitapta yer almıştır. Fakat bu konuyla ilgili bir açıklamaya yer verilmemiştir ( Kaynak: Serbestiyet, Taner Talas, Türkiye'nin Sansür Tarihinden Hiç Açığa Çıkmamış Bir Sahne.)
Birde yakın zamanda çıkan Ali Küçükaydın'ın hazırladığı "Yörük Obasında Bir Alman Kızı Ulla" adlı kitap var. Bugün sipariş verdim. Aşağıya resmimi koyuyorum.
Şimdi gelelim bir baştaki konumuza. Bu nasıl bir kahvedir ki, tadı ve kokusu ömür boyu unutulmuyor? Şimdiki kuşaklar bilmezler, eskiden kahve bugünkü şekliyle tüketilmezdi. Nasıl mı tüketilirdi? Çadıra (ya da eve) misafir geldiği zaman, hoş beşten ve kısa sohbet faslından sonra , kahve takımı ortaya çıkarıldı. Sohbet devam ederken önce kahve tavası ele alınır, katlanmış kulpu açılır, birleşme yerine bilezikleri yerleştirilir (katlanmasın diye) ve içine çekirdek kahve dökülerek ocakta kavrulurdu. Kahve kavrulduktan sonra adına "soğudan" denilen (her evde bulunmazdı)ahşap, üzeri delikli bir alete boşaltılır, soğuması beklenirdi. Sonra sarı renkli (pirinç) kahve değirmenin haznesine doldurularak çekilir, öğütülürdü. Değirmenin alt kısmındaki çekilen kahvenin biriktiği hazne açılınca etrafa anlatılamaz güzellikte bir taze kahve kokusu yayılırdı. İçine su konan cezveye bu kahveden yeter miktarda konur ve ateşe sürülürdü. Taşma kıvamına gelen kahve kulpsuz, geniş ağızlı fincanlara konarak misafirlere ikram edilirdi.
Çocukluğumda, dedemin evinde yukarda anlattığım sahneyi defalarca gözlemişimdir. Sonra da kendi evimizde... O devirde kahve çok kıymetli olduğu için çocuklara verilmez, ısrar eden çocuk olursa, içersen kararırsın denirdi.
1969 yılında Antalya'ya göç ettiğimizde, babam bir kahve takımı düzmüştü ( kurmuştu). Tavası, değirmeni, cezvesi ve fincanlarıyla. Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz cezve işte o cezvedir. Babamın ölümünden sonraki dönemde sapı kırılınca bir kenara atılmış, kümbet biçimindeki işlemeli çok güzel kapağı da kaybolmuş. Onu 30 yıl kadar önce köye bir gidişimde karsambanın arasında buldum. Karaman'a getirerek sapını kaynattırıp içini kalaylattım. Özellikle ava gittiğim zamanlar odun ateşi üzerinde kahvemi bu cezvede pişiriyor ve rahmetli babamı da yadediyorum.
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var mıdır bilmem ama bu cezve beni -her defasında- kırk yıl önceye götürüyor.