Kendilerine amele, onları o iş için götüren ve yöneten kişiye de dayıbaşı (daybaşı) denirdi. Başka bir deyişle pamuk işçisiydiler. Yaşadıkları köylerde gittikleri yere istinaden "Sökeciler" de denirdi.
O yıllarda pamuk toplama makinaları ülkemizde henüz kullanılmıyordu. Söke ve Aydın ovalarında Ağustos sonu başlayan pamuk toplama işi ortalama 2-3 ay sürerdi. Bir tarlaya amele üç defa girerdi. Birinci el, ikinci el, üçüncü el denile aralıklarla üç defa pamuğu toplanan tarlanın işi biterdi. Daha sonra yine açan pamuk kozalaklarına "başak" denir ve onları amelelere bırakırlardı.
Söke ovasındaki tarlaların çoğu pamuk ağalarınındı. Bazılarının yüzlerce, bazılarının binlerce dekar tarlası vardı bu ağaların. Adlarını hatırladığım bazı pamuk ağaları şunlardı: Fahri Bey, Nazım Bey, Kocagöz Ahmet Bey, Kabakçı(Mustafa), Baki Mehmet...
Pamuk toplayan amelelerin içinde; ilkokul ve ortaokul çağındaki çocuklar, lise ve üniversite çağındaki gençler, genç kızlar, yeni evlenmiş gençler, yetişkin karı- kocalar ve hatta ihtiyarlığa merdiven dayamış kadın ve erkekler vardı.
Bir dayıbaşının yönetimindeki amelede bir kantarcı, iki balleci ( balyacı), dışında herkes pamuk toplardı
Bu insanların çoğu Orta Anadolu, özellikle Konya'dan giderlerdi. Kadınhanı İlçesine bağlı Saçıkara, Örnekköy, Pusat köyleriyle; Yunak ilçesine bağlı, Özyayla, Beşışık köyleri ve Ilgın ilçesine bağlı Delihasan Tolu( Olukpınar) gibi yörük köyleri amelelerin kaynağını oluştururdu.
Söke’ye gidiş kamyonlarla( o yıllarda yaygın olan Man ve Fort marka kamyonlarla) gerçekleştirilirdi. Yatak balyaları, un çuvalları, kap kacak vb. eşyalar yüklenir, en üste de insanlar binerler ve sabah erkenden yolculuk başlardı. Akşam veya gece saatlerinde Söke'ye varışla bu yolculuk biterdi.
Bu insanlar nerede barınırlardı?
Bir kısmı pamuk ağalarının hangarlarında, bir kısmı içinde kışın ineklerin yattığı, yazın içi yıkanıp temizlenen ahırlarda kalırlardı. Bu şartlarda kalmak istemeyenler de kurdukları brandadan çadırlarda yaşarlardı.
Pazar ve çarşı ihtiyaçları daybaşılar vasıtasıyla karşılarlardı. Dayıbaşılar Söke'nin pazarı kurulduğu gün, -sanırım çarşambaydı- giderler, sebze, meyve ve diğer ihtiyaçları alırlar ve herkesin hesabına yazarlardı. Hesaplaşma sezon sonunda olurdu.
Çalışma şartları nasıldı?
Çok ağırdı. Sabah erkenden işe başlanır, hava karıncaya kadar çalışılırdı. Öğle yemeği molası ve tuvalet ihtiyacı dışında ara verilmezdi. "Çay arası, kahve molası" bunların adı bile bilinmezdi. İyi pamuk toplayan bir kişi ortalama 100 kg. pamuk toplardı. Bunun bedeli (sanırım) kilogram başı 10- 15 kuruştu. Toplanan pamukları önlüklere doldururlardı. Önlük, iki ucuna bağlanan iplerle bele bağlanan şeker çuvalına benzer bir torbadan yapılırdı. Önlükler dolunca, ya telisten yapılma büyük çuvallara( balyalara) ya da kare şeklinde büyük sofra bezine benzeyen örtülere dökülürdü. Buna bohça denirdi. Bunlar dolduğu zaman, kantarın kurulduğu alana götürülür, kantarcı tarafından tartılırdı ve kaydedilirdi. Balyacılar tarafında hemen darağacına benzeyen bir düzeneğe bağlanan balyalara çiğnenerek, sıkıca basılır ve traktörle depoya taşınırdı.
Bu iş çok yorucu ve zahmetli bir işti. Herkes yemeğini kendisi getirirdi. Yeterli ve dengeli beslenmek mümkün değildi. Sabah erken işe başlanır, çiğ düştüğü için herkesin elbisesi ve elleri ıslanırdı. Ancak saat 09:00-10:00' a doğru hava hızla ısındığı için el ve parmak derileri gerilir, çatlardı. Bir süre sonra çatlayan parmak dipleri sızlamaya başlardı.
Tuvalet ihtiyacı olanlar pamuk çalılarının içine ya da su kanallarının içindeki otların, ağaçların arasına giderlerdi. Banyo ihtiyacı barınakların yakınında benzer şekilde giderilirdi. Temizlik ve sağlık şartlarına hiç de uygun olmayan şartlarda süren bu yaşantı pamuk ağalarının umurunda olmazdı. Bu şartların iyileştirilmesi gibi bir konu devletin de hiçbir zaman gündeminde olmazdı/ olmamıştır.
İşsizlikten kaynaklanan çaresizlik, 1960'lardan 1990'ların sonlarına kadar binlerce insanın hayatını öğüttü. Bu insanlar burada - çok ağır- şartlarda kazandıkları paralarla yaza kadar ailelerini geçindirirler, çocuklarını okuturlardı.
Eylül başı, Kasım sonu ortalama üç ay kaldıkları Söke'den dönerken kazandıkları paraların bir kısmını temel ihtiyaçlarını karşılamak için harcarlardı.( Yalnız bazı aileler gelirken koyun sürülerini de - yaklaşık bir ay süren yaya bir yolculukla- getirirlerdi ve onlar ilkbahara kadar kalırlardı. Bir de zeytin toplamak için kalan aileler kış sonuna kadar kalır, sonra dönerlerdi).
Bu döngü bu şekilde 30-40 yıl sürdü. Bazen topladıkları pamuğun sırası için birbirleriyle kavga ettikleri de olurdu Köylerine döndüklerinde kendi işlerine aynı dikkat ve çabayla bakmayan bu insanların bu tutumlarını hâlâ anlayabilmiş değilim.
Şunu da belirtmeliyim ki, lise ve üniversite okuyan gençlerden de amelelik yapanlar vardı. Onlar okulları açılmadan önce amelelerle Söke'ye giderler, okullar açılıncaya kadar bir hafta, on gün çalışır, harçlıklarını alır, okulları açılınca dönerlerdi.
Bu gençler 1970'lerin Türkiye’sinde fikren( ideolojik ve siyasi olarak) bir tercih yapmak zorundaydılar ve yaptılar. Kimisi sağcı, kimisi solcu olarak yaftalandılar. İçinde bulundukları sosyo-ekonomik şartlar aynıydı fakat tercihleri aynı olmadı. Yaşadıkları ağır ekonomik şartlardan dolayı eziklik duymadılar. Öz güvenlerini -çoğu- kaybetmedi. Dürüstlükten ve çalışmaktan vazgeçmediler. Kimlik ve kişiliklerinden ödün vermeden hayat mücadelesine devam ettiler. Sevdalarından da kavgalarından da vazgeçmediler. Kimisi öğretmen, kimisi doktor, kimisi veteriner, kimisi mühendis oldular. Liseden sonrasına devam edemeyenler de oldu elbette. Ama yaşantılarının yıkıcı ağırlığına teslim olmamaları ayrıca incelemeye değer bir husustur.
Ve unutulmaz bir anı, bir olay...
Yıl 1978, yer Aydın'da Çine çayı kıyısında, Çakırbeyli çiftliğine (Mendereslere) ait pamuk tarlası. Dayıbaşılığını -rahmetli Aydın Menderes'in çok sevdiği- iyi insan İsmail Korkmaz'ın yaptığı pamuk işçileri çalışıyorlar. Şöyle bir olay oldu. O günün öğleden sonrasında pamuk tarlasına ardında katırıyla yaşlıca bir adam çıktı geldi. Katırın üzerindeki küfelerde üzüm, armut, yaban armudu (ahlat), erik vb. meyveler vardı, bunları satıyordu. Amelede kantarcılık görevini yapan Abdullah âbi, çerçiye sattığı ürünlerin fiyatlarını sordu. Adam, üzüm beş, armut beş, erik üç, ahlat üç lira dedi. Abdullah âbi adama "nereden geldin? " diye sordu. Adam, Koçarlı, Bağarası taraflarını, yaklaşık sekiz on kilometre öteyi göstererek, köyünün adını söyledi. Abdullah âbi o zaman üzüm ve armudu yediden, erik ve ahlatı beşten alacağız dedi ve alış- verişini yaptı. Bu ne büyük bir âlicenaplık, ne büyük bir yüce gönüllülüktü böyle. Kendisi en ağır şartlarda güneşin altında çalışırken yaşlı amcanın haline acıyarak, istediğinden daha fazla bir para ödüyordu.
Tanrı iyilikleri karşılıksız bırakır mı? Hayır bırakmaz. Ne iyilikleri, ne kötülükleri. Ben böyle inanırım. Bu hatırasını anlattığım gönlü geniş adam şimdi köyünün (Saçıkara) en varlıklı kişilerinden birisi. Yani toprak ağası durumunda. Bu vesileyle kendisine sağlıklı uzun ömürler diliyorum.
Şimdi gelelim bu uzunca yazıyı niye yazdım? Söz uçar, yazı kalır demiş eskiler. Bunların kayda geçmesi lazım, bu iş de bana düştü. Ömrümüz olursa belki bu yazılar önümüzdeki dönemde bir kitabın parçaları olacak.
Hepinize sağlıklı güzel günler dilerim değerli dostlar.
Not: 1973 yılında Örnekköy'den Söke'ye giden bir amele kamyonu Dinar ilçesine yaklaşınca, freni patlayarak kaza yapmış ve içinde akrabalarımın da olduğu- sanırım- 23 kişi hayatını kaybetmiş, çoğu da yaralanmıştı. Bu olayda hayatını kaybedenlere rahmet diliyorum. Bu ayrıca yazılması gereken içler acısı bir olaydır.
- Aşağıdaki kamyon resmi Mehmet Korkmaz'dan alınmıştır.
Hocam ben saçıkaralıyım. Rahmetli Fettah karabacak'ın torunu. Rahmetli babam yusuf Karabacak'tı. Onun 3. Çocuğu.
Hocam Merhaba. Bir medya takip merkezinde çalışırken; ağır ticari araç sektörü haberlerini takip ederken; anahtar kelimeleri kullandığınız için yazınızı gördüm. Ben de saçıkaralıyım. Akrabam olduğunuza inanıyorum.
Merhaba Özcan Bey, tanıyamadım ama kendinize biraz tanıtırsanız...