Yakıcı ağustos güneşi iki mızrak boyu yükselmişti. Ellerinde helkelerle gelen komşu kadınları dış kapıdan arka arkaya girmeye başladılar. İlk gelen aşane (aşhane)’nin önündeki dut ağacının altına gelip çömeldi, diğerleri de onu takip ettiler. Etrafta tavuklar, dane bulma derdinde, eşiniyorlardı. Dut ağacının dallarında ve evin çeleninde serçeler her zamanki armonilerini yaymaktaydılar. Emine Hanım, elinde oklavayla geldi. Sütleri oklavayla ölçüp, çentik atarak, kara kazana dökerken günlük işlerle ilgili sohbet de devam ediyordu. Başıyla aşanenin toprak damını gösteren Emine Hanım, "seherden beri öldüm bittim ya, tarhanayı da bitirdim. Dama oğlan çıkardı, serdi. Bir de kurutabilirsek, sonrası kolay " dedi. Sözünü ettiği döğme (kabuğu soyulmuş buğday) ile yoğurdun birlikte yoğrulmasıyla yapılan geleneksel tarhana idi. Buna " döğme tarhana" da denirdi. Pişirilirken içine sarımsak da konur, tereyağı eritilir, üzerine kırmızıbiber de ilave edilir dökülürse tadına doyum olmazdı.
Kadınlar işlerini bitirip, -evlerinde kendilerini bekleyen işlerini gerekçe göstererek- ayrılırken ahırın önünde örmesine (ipine) dolanan buzağının sesi duyuldu. Emine Hanım, sen hiç rahat durmaz mısın Boğaç diyerek, ahıra doğru koşmaya başladı. Bu arada kadınlar da dış kapıya doğru yöneldiler.
Harman zamanı köyde bir şenlik havası yaşanır ve nüfus ve taşıt sayısı belirgin bir şekilde artardı. Harman-hasat işleri devam ediyor sokaklardan traktör ve tarım makinalarının sesi geliyordu. Buğday çekenler, sap çekenler, patozda saman edenler... Herkes hareket halindeydi, köylüler karınca misali çalışıyorlardı.
Elektrik köye bir kaç yıl önce bağlanmıştı. Gaz lambaları -camları da üzerlerinde olarak- hâlâ raflarda ve dolaplarda saklanıyordu. Televizyon ve hayat siyah-beyazdı. Büyük-küçük, sevgi-saygı, hatır-gönül bilirlik devam ediyordu. Cüzdanlar dar, gönüller genişti. Derenin suyu yaz-kış kesilmeden akıyordu. Baraj su ile doluydu. İçindeki lezzetli balıklar da her zamanki gibi çeşitli ve boldu. Çocuklar yaz günleri kuzu ve dana güdüyorlar, koyun sürüleri yatıya (örüye), inekler nahıra gidiyordu. Nahır da baraja gidiyordu. Çocuklar derede suya çimiyorlar, eşeğe binip yarış ediyorlar ve saf tutarak sapan taşıyla taşlaşıyorladı.
Kışın bol kar yağar, yazın çokça toz (deli dalaz) olurdu. Pepe Yusuf, Cini Mahmut, Dolma Bekir, Gök Yanar, Çoban Veli köyün en meşhur çobanlarıydı.
Milli bayramlar ilkokulun bahçesinde coşkuyla kutlanır ve buna köylüler de katılırlardı. Çuval, yumurta, yoğurt yeme, ip asılma yarışları yapılır, şiirler okunurdu. Köyler arası futbol maçları olur, koltuksuz tribünleri bütün köy halkı doldururdu.
Harman zamanı taze saman, arpa, buğday kırığı eksik değildi. Boğaç'ın musuluna günde üç öğün bunlardan dökülüyordu. Suyu da yanı başındaki su hatılından içiyordu, keyfi yerindeydi. Boğaç sevimli bir buzağıydı. Gün geçtikçe aileden birisi gibi oldu. Onu çok seven evin küçükleri yem saatlerinin dışında karpuz, kavun ve meyve kabuklarını da ona vererek ödüllendirirlerdi. Mustafa o günlerde yeni aldığı fotoğraf makinasını getirip küçük kardeşleriyle birlikte Boğaç'ı ölümsüzleştirdi.
Günden güne üzerine alan Boğaç önce dana olacak sonra da boğa olma yolunda hızla ilerleyecekti. Sonunda kilosu yerini bulunca satılacak ve çocukların okul harçlığı olacaktı.
Eylül ayında kardeşleri, sonra da ekim ayı başında Mustafa evden/köyden ayrıldı. Yarıyıl tatiline geldiklerinde Boğaç'ı bir hayli büyümüş buldular. Boğaç onları görünce sevindiğini belli eden hareketler yaparak sesler çıkardı.
Yaz tatili için döndüklerinde Boğaç'ı zor tanıdılar. Mustafa onunla yakından ilgilendi. Onu kaşağıladı ve bahçeden taze otlar yolarak onu besledi. Yaz tatili iş güçle ama mutlu geçti.
Ekim ayı sonunda değerini bulunca satarız, okul masraflarınızı karşılarız diyen annesine karşı çıktı Mustafa. Olmaz dedi, ben krediyle idare ederim, çocuklar da borç dert idare ederler. Sakın sakın satmayın Boğaç'ı diye iyice tembih etti. Zamanı gelince satılır, bir derdimize merhem olur, dedi.
Kasım ayı başında, okula giden çocukları ilk verdiği harçlıkları bitirince para istemeye başladılar. Elde avuçta yoktu. Emine Hanım, gözünü Boğaç'a dikti, çaresi yok satılacaktı. Celeplere haber gönderdi. Bir süre sonra birisi geldi. Pazarlık ettiler, Boğaç'ı kamyonete yüklediler, boynunu evden yana çevirerek mahzun mahzun bakarak ve acı acı gülümseyerek uzaklaştı gitti.
Bu manzara içini acıtmıştı Emine Hanım'ın, oğlunu hatırladı, dut ağacının altına çömelip sessizce ağladı.
Oğlu Mustafa'dan gelen mektubun cevabını kızına yazdırıyordu. Boğaç'ın satıldığını yazdırmak istedi, ancak oğlum üzülür diye düşünüp yazma, gelince öğrensin, dedi.
Emine Hanım, o günlerde oğlu Mustafa'nın gönül kayığının sevda denizinde yalpaladığını nereden bilecekti ki...
NOT: Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz iki çocuk Boğaç'ın satılmasıyla elde edilen helal parayla okudular. Erkek olan Profesör olarak, kız olan da Sınıf Öğretmeni olarak haramzadelerin cirit attığı bu ülkeye hizmete devam ediyorlar.