“Kuru yavan acı soğan.”
Derler ki, “akşama bize yemeğe gel guru yavan acı soğan ne olsa yeriz elhamdülillah...”
Manası bu...
Paylaşmayı ne kadar güzel anlatıyor bu dört kelimelik söz.
Ne kadar özlü...
İşte bu özlü söz gibi, eskiden Abbas mahallesinin tüm insanları özlüydü.
Konuştukları, söyledikleri de özlü olurdu...
Ben Abbas mahallesinin çocuğuyum.
Orada geçti çocukluğum.
O mahalledeki tüm evlerin kapılarından girdim çıktım, mahallenin tüm çocuklarına sevgiyle açıktı o kapılar. Kendi çocukları gibi sever kollarlar, bir mayalı sıkıp ellerine tutuşturarak karınlarını doyururlardı hangi çocuk olursa olsun.
Ne kadar insanlık vardı Abbas mahallesinde.
Bu yüzden belki de romanlarımda dönüp dolaşıp mutlaka Abbas mahallesinden bir köşeyi anlatıyorum.
En çokta horoz şeker, balıklı şeker, leblebi tozu aldığım Kelefe’nin Bakkalı ile karşısındaki Halil Efendi Camii’nin önündeki çeşmeyi unutamıyorum. Çocukken bu çeşmenin yüksekliğini, genişliğini parmaklarımla ölçerdim. Bütün Karaman’ı dolaşırdım. Bu çeşmenin bir eşi, benzeri var mıdır diye. Yoktu. Karaman’daki iç içe iki kemerli tek çeşme örneğiydi. Arkasındaki, oluklu çinkodan, paslanarak vişneçürüğüne dönüşen, rengi kararmış minareli caminin duvarına bağımlıydı. Üç silme ile süslenmiş ayaklarını sevgiyle okşardım. Dıştaki sivri kemerin kilit taşı üzerine yıldızı sekiz köşeli olarak karın ışık saçan geometrisi gibi işlenmiş ay yıldızlı motifli kabartmayı bayramlarda mutlaka öperdim. Fakat o en çok, üç satırdan oluşan sülüs yazıyla yazılmış kitabenin anlamını merak ederdim. Bu yazıların şeklinde hem kelebeğe hem de leyleğe benzeyen bir şey vardı. Yaz günleri su içmeden geçmezdim bu çeşmenin önünden. Keyifle elimi yüzümü yıkardım.
O çeşme ile birlikte bir yanım kurudu sanki.
Bu çeşmede iki su akardı. Çeşme’nin ortasında Lale köyünden gelen kaliteli Lale suyunun vanası vardı. İçme suyu olarak kullanılırdı. ‘Çürük su’ denilen Gödet deresinden gelen ikinci kalitedeki su ise demir bir borudan kesintisiz akardı. Bununla el yüz yıkanırdı. Çeşmenin önünde iki kademeli bir yalak vardı, oraya ayaklarımızı sokardık. Bu yalağın kenarlarındaki çamurlara sarı arılar inip kalkardı. Bu arıları yakalar, kibrit kutularının içine koyar, vızıltılarını bir müzik gibi dinler, sonra da bırakırdık.
Gözlerimi bir an kapattım.
Abbas mahallesinde, Halil Efendi Camii’nin önündeki çeşmenin musluğundan şırıl şırıl akan suyu hayal ettim.
Sanki ayaklarımı su yalağında çırpıyor gibi sevinçli bir duyguyla gülümsedim.