Hasan Baran’ın Yeni Yazdığı Romandan Bir Bölüm
Mayıs sıcakları Karaman Ovası’nda besbeter olur, toprak, hava ateşe keser. Toprak bölünüp ayrılır, otlar sararıp solar, yeryüzü acılı bir sarıya dönüşür. Börtü böcekler, sararıp solmuş çerçöplere dolanırlar. Geyikböceklerinin alacalı sert sırtları renklerini kaybedip bir sütkırı alazda ışıldarlar. Sarıca arılar, cızsinekleri, pulkanatlılar irileşir, geçkinleşir, bir peygamberdevesinin, akkelebeğin birkaç misli olurlar.
Akbabalar bile öyle neşeli uçamazlar mayıs sıcağında. Hele hele gün ortası sıcakta, gökte bir tek kuş bile görünmez. Gökten kuş kapan, toprağa düşüren sıcaklar derler bu mayıs sıcaklarına. Bütün ova sıcaktan gümbür gümbür eder, etrafta bir karınca bile gözükmez.
Bu durgun, donuk sıcağın altında bu yangının içinde Karadağ’a öyle bir bahar gelir ki, insan şaşar kalır. Nasıl bir bereketli, çiçekler kokan bir bahardır o. İnce bir akyel eser, papatyalardan sarı çiğdemlere uçup giden arıların kanatlarını titreştirir.
Kayalıkların açıklıklarında alabildiğine yeşil, güdük çayırların arasında uzun boylu çok parlak mavili çadırçiçeği, akzambak, menekşe, çuhaçiçeği arasında besili, iri yaban koyunları sürülerle gezer, uzun kıvrık boynuzlarıyla çiçekli toprağı sürerler. Yeni doğan taylar zıplar. Karadağ’ın bereketli kabuğu, çiçeklerle, çayırlarla, akdoğanlarla, ardıçkuşlarıyla, çalıkuşlarıyla, güvercinleri, keklikleri, leylekleri, kırlangıçları, serçe kuşlarıyla ve börtü böceğiyle sonsuz bir berekette yavrulamıştır.
Karadağ toprağı daha da canlanmış, kabarmış, her şey on yüz misli çoğalmıştır. Karadağ’ın eteklerindeki tarlaların ekinleri gür, boldur. Buğdayların boyu insanı geçer. Çok yerde ekinler gülle gibi ağır sümterlerini taşıyamayıp yatar. Buğdaylar görülmedik bir cesamette olgunlaşır. Sıcakta ağır, alımlı bir güzellikte kokarlar. Buğday tarlalarının çok uzağından geçenler bile havaya, toprağa sinmiş ağır buğday kokusunu duyarlar.
Kocaman, el kadar, ışığa batmış kanatları, mavi, sarı, mor, kırmızı ışıldayan kelebekler uçuşurlar. Karadağ’ın kelebekleri tıpkı kuşlar gibi göğün uzağına bulutlara kadar uçarlar. Kırmızı, sapsarı, parlak kara karıncalar böcek kurusu, tohum, saman kırıntısı ne bulurlarsa yuvalarına taşırlar. Götüremediklerini üçü beşi birden toplanır taşır götürürler. Her çalı arasında kaya dibinde örümcekler ağlarını kurar, sinekler, üvezler yapışır. Eşek arıları deler geçer. Kaya kovuklarında, top top çalıların gözlerinde ışıklı kanatlı arıların durmadan çiçek özü taşıdığı kovanlar bal kokar. Bir de dağı kırmızıya bürüyen gelincik çiçekleri… dipdiri, taze kekik kokar ortalık.
Karadağ’ın mor kayalıklı uç zirvesine doğru çıkarsanız fırdolayı manzarayı görünce hayranlık duymaktan soluğunuz kesilir. Hemen hızla, koşarcasına dağdan aşağı inmek aşağıdaki köylerdeki insanlarla kucaklaşmak, oturup sohbet etmek, kekik çayı içmek istersiniz.
Doğu tarafına bakarsanız dağın içine sokulan Dinek köyünü, Çoğlu’yu, Burunova’yı, Ekinözü’nü Salur’u, Beydilli’yi, Alaçatı’yı, Güdümen’i, Göztepe’yi, Akçaşehir’i, Ayrancı’yı, Sudurağı’nı, Ağılönü’nü görürsünüz. Batısında Eminler, Demiryurt, Süleymanhacı, Kisecik, Ortaoba, Karalgazi, Sinci, Davgandos, Kazımkarabekir. Güneyinde Kılbasan, Dinek, Yollarbaşı ve gümüş gibi ışıldayan güzelim Karaman önünüze serilir.
Kuzeyinde ‘adeta denizden yükselen kayalık bir ada gibi’ fışkıran Karadağ ile bütünleşen Bizans döneminde para basımı yapılan darphanenin olduğu Madenşehri’ni, Üçkuyu’yu, Değle’yi, Karacaören’i, yörenin en eski köylerinden Kameni'yi, Eğilmez’i,Yassıtepe’yi, Çoğlu’yu görürsünüz. Yalnız onlar mı! Oradan daha neler görürsünüz... Hititlerden, Romalılardan, Bizans’tan kalan çok sayıda öreni, kaleyi, sarayı, havuzu, sarnıcı, manastır ve kiliseyi, eski Rum köylerini görürsünüz.