Hasan Baran
Belli
bir yaşa gelenler, nerede yaşarlarsa yaşasınlar, hep memleketlerini ararlar.
Gurbete giden her insan, içinden bir şeyler bırakır memleketine, memleketinden
de bir şeyler götürür. İzmir’in eski sokaklarında sanki baktığım her şey, eski
Rum evlerinin kapılarındaki el biçimindeki kapı tokmakları, parklar, top
oynayan çocuklar, pencerelerden dışarıyı seyreden kadınlar Karamanı
hatırlatırdı bana. Eski evlerin önünde durup bakardım; kendimi Karaman
sokaklarında dolaşıyor olarak düşlerdim. Doğduğum büyüdüğüm şehir, bütün
sesleriyle, büyük bir orkestra gibi çevremde uğuldardı.
İnsan
nerede olursa olsun doğduğu şehirden kaçamıyor. Başka şehirler çoğu zaman
insanın kendi içinde yoğunlaşmasını sağlayan bir dönemeç oluyor. Sonunda
Karaman’a döndüm. Otobüs, şehrin dışında bir yerde indirince titreşti durdu
yüreğim. Şehrin dost gülümseyişi gözyaşlarının tadına mı bürünmüştü. Bu şehrin
iç dünyasına ne olmuştu öyle. ‘Karaman Otogarı’ yazıyordu. Garajı buraya
taşımışlardı; şehrin içindeki o sevimlilik duygusunun parıltısını hiç
taşımıyordu; ruhsuz, renksiz bir yerdi burası. O anda kulağımda Dondurmacı
Nasuh’un sesi. Evinde buzlu kutularda döverek hazırladığı, günün belli
saatlerinde sokak sokak dolaşıp sattığı o nefis dondurması. Koltuğunda deri
kayışla asılmış gazeteleri insanlara ulaştırmak için ‘Hürriyet!’, ‘Akşam!’ diye
bağırarak koşturan Gazeteci Emin Efendi. Atının iki yanına asılmış tahta
dolaplarıyla ekmek, peynir, zeytin satan Kambur Hakkı… Ermenekli bir yemişçi
vardı. İki kolunda iki sepet, değişen mevsim meyvelerini satardı. Sırtında
seyyar tuhafiye kutusu, Bulgaristan göçmeni Reşat Efendi. ‘Paçalara lastik,
tülbentlere boncuk…’ diye o göçmen şivesiyle konuşurken çocuklar alayla onu
taklit ederlerdi.
Çarpık
kentleşmenin, kapitalizmin akıldışlılığının ‘canavar’ı, öyle acımasız ki o
güzel Karaman evlerinin yıkılışını anlatmak nasıl olur bilmiyorum! Karadağ’da
akan ince bir suyun duruluğu nasıl anlatılır? Ya ceylan gözlü sevda, yumruğu
sıkılı coşku, halay çeken erdemlilik? Patlamaya hazır bir öfkenin pamuk
yumuşaklığıyla konuşması nasıl anlatılır? Kalbimize, gönlümüze hitap eden evler
ve insanlar arasındaki en güçlü bağ, değerler ortaklığı olan, iyiden, güzelden
yana olan sokaklar beton binalara dönüştürülmüştü. Aklıma üç bin yıl önce
yazılmış bir Likya şiiri geldi, o şiirde şöyle diyordu:
“Beni
bulamazsan üzülme,
Eşyalarımı
bulacaksın.
Kestiğim
taşları, açtığım yolları,
İşlediğim
heykelleri bulacaksın.
Ve
göreceksin ki binlerce yıl öteden,
Parmak
izlerimiz değecek birbirine…”
Karaman’dan
bu günden binlerce yıl sonrasına ne kalacaktı? Hiç!.
Eskiden
kitap almak için iki günde bir gittiğim birinci İstasyon Caddesinin başındaki
kütüphane, Nietzsche’nin, kültürün zayıflatılmasından birinci derecede devleti
sorumlu tutmasını ispatlar gibi, Karaman’ın Konya’nın ilçesi olduğu zamanlarda
bir kaymakam tarafından camiye çevrilmişti. Oysa bir düşler diyarıydı orası.
Güzel kitapların diyarıydı ya da eğer o kaymakam izin verseydi, güzel kitaplar
diyarı olacaktı. Binlerce kitap, ansiklopedi orada dolaplarda, okuyucularını
beklerdi. Oraya girdiğimde yemeyi içmeyi unuturdum. Raflarda dizili binlerce
kitabı göre göre kütüphanenin içini arşınlamak, binlerce yazarın yazdıklarını
postacıların mektupları getirdiğini görmek gibi elimin altında görmek beni çok
heyecanlandırırdı. Kütüphanenin bulunduğu yerde durup İstasyon caddesine
baktığımda, sonsuzluğa doğru uzanan garip bir perspektifle, uzaklaştıkça
küçülen ve birbirlerine yaklaşan, ulu kavak ağaçlarını görürdüm. O kavakların
yerinde de yeller esiyordu. Bir tek Gazi Okulu kalmıştı düzgün mimarisi ve
bakımlı yüzüyle. Sevdiğim ağaçların, elma, erik, kayısı kokulu bahçelerin,
kütüphanelerin, evlerin, sokakların, meydanların yok oluşunu görüp iç
çekiyordum. İnsanlar da bir tuhaf olmuştu: Eski insanların delinen
pantolonlarına yama, ayakkabılarının altına pençe vurmaları, yıpranan her şeyi
onarmaları, patlayan futbol topunu sağlamlamaları, bozulan radyoyu tamir
ettirmeleri, sırf yoksulluktan değildi. Sadece tutumluluktan da değildi. Onlar
bunları yapmakla, kendilerinden sonraki nesile çok önemli bir mesaj
veriyorlardı. Onlara; eşleriyle, dostlarıyla araları açıldığında,
alternatiflere yönelmeden aralarını düzeltmelerinin mümkün olduğuna, aralarına
kara kediler girdiğinde bu durumun vakit geçirmeden telafi edilmesinin
gerekliliğine, arkadaşlarıyla, komşularıyla, dostlarıyla bağları koptuğunda;
yenilerini aramakla vakit kaybetmeyip, aralarındaki bağları tekrardan
bağlamalarının kaçınılmaz olduğuna… müthiş bir örnek olması için, onların böyle
bir yetenek geliştirmeleri için onlara örnek olmaya da çalışıyorlardı.
Yani
bir yandan yeni neslin; onarıcı, telafi edici, arabulucu özellik kazanmasına
önayak oluyorlardı.
Onların
bu çabalarının çaresizlikten, yokluktan, fakirlikten, cimrilikten ileri
geldiğini düşünen şimdiki insanlar nesli, bu sinyali alamamışlardı. Bu nedenle
yeni kuşak nesil; aşırı alıngan, aşırı özgürlükçü, kendi ne kadar verdiğini
değil de, ne kadar aldığını önemseyen, eşiyle dostuyla bozuştuğunda,
arkadaşıyla atıştığında, komşusuyla kavga ettiğinde, ortamı yumuşatmayı,
aralarını düzeltmeyi, barışabilmeyi düşünemediğinden, beceremediğinden onları
‘değiştirmeyi’ seçmek gibi bir hatanın içine düşebiliyordu. Söz gelimi; Bana
dost arkadaş mı yok? Başka komşu mu yok sanki. Hiç dert değil, elimi sallasam
ellisi. Küserse küssün… gibi diyerek her şeyi bozup atıyordu.
Sonra
kendimi avutmaya kandırmaya çalışıp, şehrin her yeri öyle değildir, her halde
sadece buralar böyledir, diğer yerler güzelce duruyordur, diye kendimi avuttum.
O avuntuyla dolaştım. Bir şeyler almak için Sebze Pazarı’na gideyim dedim.
Birde ne göreyim Sebze Pazarı’nın yerinde yeller esiyor. Yerine koca bir
‘Belediye İş Hanı’ yapılmış. Nutkum tutuldu. Ne güzeldi o ‘Sebze Pazarı’ cıvıl
cıvıldı. Yüze yakın Pazar esnafı, Belediye Kantarı ve kantar memuru vardı.
Kasaphane ile bitişik olduğundan oranın sesleri buraya, buranın sesleri oraya
karışırdı. Büyük kütük sehpalar üzerinde çift satırla etliekmek içi
hazırlanırken ortalığa yayılan taka tukalar resitali geldi geçti kulaklarımdan.
O sesleri ne kadar çok severdim. O kasaphane hayatın sonsuz müziğinin içine
alırdı beni. Kasaphane, farklı mimarisiyle gösterişli bir yapıydı. İç mekânda
sıra sıra kasap dükkânlarının önünde, taş zeminli üçgen alan vardı. Ne Mehmet
Baba, ne Kasap Tat, ne Kelleci Deli Ziya kalmıştı. Ne de bembeyaz kirpikleriyle
gözlerini kırpıştırarak ve hınzırca gülerek köşelerde insanın karşısına çıkan
Ak Hoca… Ceketli gezen herkesin yakasına Kızılay rozeti takan Kızılaycı Zeki
Hoca kalmıştı. Dellâl Asım’ın, halkın ‘sıtma görmemiş’ dediği cinsten, bariton
sesi duyulmuyordu artık Semerciler sokağında. Şerefli Koçhisar’dan bir kamyon
tuz alıp, getirip, onu tek patlamalı bir motorun çevirdiği değirmeninde öğütüp
satan Tuzcu Arif ağa tuz değirmenini bir daha çalıştırmamak üzere durdurmuştu.
Tuzcu Arif ağadan tuz almaya gelen ayaklarında çarık, dolama, başlarında kirli
poşu, çakşırları ve kıl dokuma şalvarlarıyla kınalı sakallı Yörük kocaları
develerini çöktürmüyorlardı artık. Masallardan dünyaya düşmüş düş adamları gibi
Karaman’da salınmıyorlardı artık. Helvacı Rıza’dan aldıkları köpüklü helvaya
somun ekmek batırıp yiyen o yiğit insanlar kalmamıştı. Karaman’da pek çok şey
değişmişti.
Her
gezindiğim yerden sonra bedenimden bir şeyler ayrıldı. İsmet Paşa Caddesi
bitimindeki semt takımlarının kıran kırana maç yaptığı boş alana Gümüşler
Çarşısı isimli devasa bir bina dikilmişti. Oysa orası mahalle gençlerinin
oluşturduğu Atomspor Futbol Takımı’nın yeriydi ve 3.Ligde yer alan
Karamanspor’un seyircisinden fazla seyircisi olurdu. Çocuklar için adı o zamanlar
bile efsane olan futbolcular vardı. Mesela Deveci İbrahim, Kaleci Mithat, Kürt
Ali birer halk kahramanı idiler. Akdoğan Stadı dediğimiz boş alana da binalar
yapılmış, değil top oynayacak ip atlayacak yer kalmamıştı. Oysa orada mahalle
takımları sıkı turnuva maçları yapardı. Özellikle Kırmahallespor’la yaptıkları
maçlar kavga sebebiyle hep yarıda kalırdı. Şehrin her yerinde kat kat koca
binalar yapılmış beton duvarlar örülmüştü. Beton bir yığına dönmüştü Karaman.
Bu şehrin güzellikleri, tarihi mimarisi, evi, hanı, tarihi sebil çeşmesi
yıkılmış, kültürel dokusu bozulmuş, hisleri, hafızaları, acı-tatlı hatıraları
silinmişti. Tarihi geçmişi koruyan ve ona saygı duyan insanlar kalmamış mıydı
bu şehirde? Tarihe hürmetkâr, geçmişe saygı ve sevgiyle bakan; eski çağların
kalıntılarını dikkatle koruyan insanlar kalmamış mıydı? Ayrıca kendisinin
içinde bulunduğu koşulları, kendisinden sonra gelenler için muhafaza eden ve bu
şekilde yaşama hizmet etmiş olan insanlar kalmamış mıydı? Bu şehrin insanlarına
ne olmuştu öyle? Bu şehrin insanlarının geçmişe, tarihe, daha önceki kuşakların
eserlerine, köklerine ihtiyaçları kalmamış mıydı? Dolayısıyla bu insanlar
çevrelerindeki yıkımın içinde boğuldukları için kültür diye bir şey kalmamıştı.
Her yıl şaşmaz düzenleriyle yuvalarına dönen leylekler de almıştı paylarını bu
yıkımdan. Bir tek leylek yuvası bile kalmamıştı, Oysa Karaman'da, neredeyse her
yerde, leyleklerin gagalarıyla tek tek sabırla taşıdıkları çer çöple ördükleri
kocaman yuvaları vardı. En büyük leylek yuvası da İbrahim Bey İmareti’nin
üstündeydi. Kocaman yuvalarında tek ayaklarını havaya kaldırmış bir halde uzun
gagalarını birbirine vurup şakırdayan leylekler gitmişti. Üzerleri toz toprakla
örtülmeden önce elma ağaçlarının bolluğu, bahar gelince pıtır pıtır açan kırmızı
gelinciklerin neşesi, akşamları kaleyi kızıla boyayarak batan güneşin dünyada
eşi benzeri olmayan Hisar mahallesinin üç yüz yıllık kerpiç evleri, insanın
içini ısıtan güzelliği ve bir de bahçe bülbülleri, hiç biri kalmamıştı.
Kalenin
bulunduğu alana Hisar denilirdi. Eteğinde Karaman’ın en eski evleri bulunurdu.
Anadolu’nun en eski ince ruhlu evleriydi. Toprak damlı, küçük avlulu, aşeneli,
ocaklı, kamış çelenli evler. Evlerin içi ahşap sessizliğin sihri ile susarak
kapılara, dolaplara, raflara, tavanlara yapılan süslemelerle geçen zamanı da
anımsatıyordu. O evler bu şehrin geçmişi üzerine çok zengin bir arşivdi. Hisar
ve çevresinde, orta Anadolu’nun en zengin mimari örnekleriydi bu evler. Ne
kadar çok yaşanası, tarihi, kültürel dokusu olan güzel evlerdi. Hisar
mahallesinde buna benzer yüzlerce ev vardı. Tarihten gelen bir veda şarkısına
benzeyen bu üç yüz yıllık evler, tarih, güzellik, örf adet gelenek düşünülmeden
kepçelerle yıkılıp atılmıştı. Karaman’ı yönetenler, bu zengin dokunun hiç
farkında olamamışlar, onlarla konuşmasını, onları işitmesini bilememişler,
böylece gerçeği de yakalayamamışlardı. Hisar evlerini, mahallelerini, ‘Burası
viran olmuş!’ diyerek yıkıp yok etmişler ve tarihten kalan zengin bir mirası
yıkıp yok edip dümdüz çim ekili bir alan yapmayı başarı bellemişlerdi.
İnsanların doğup büyüdüğü şehriyle kurduğu ilişkinin sıradan bir ilişki olmanın
çok ötesinde, özünde sevgi dolu ve onarıcı bir özellik olduğunu unutmuştu orayı
yıkanlar. Güzelim Hisar Mahallesi gitmişti. İnsanların akşamları çul serip
oturduğu sohbet ettiği, deramber çitlediği o sıcak, samimi, insancıl sokakları
ceviz kırar gibi kırıp atmışlardı. Karamanın kalan bir kaç güzelliği ortasında
o muhteşem ‘Gavur Kızlar Çeşmesi’ olan, insanların oturup soluk aldığı Sulupark
gitmişti. O güzelim yerler, bahçeler kuru bir yaprak gibi sürüklenip gitmişti.
Eyvallah sevgili baran....aynen katılıyorum...hani sokaklardan bisiklet zor geçerdi...iki tekerli kadanaların çektigi kenarında çan o*** küllük arabaları..eski roma savaş arabalarına benzerdi...yazlık sinamanın önünde biz yimbeş kuruşa gazoz satardık...deli sait (rahmetli evliyaullah)ten dondurma alırdık para almazdı ki..onbaşı onun korumasıydı elinde asası ile...ne diyelim hhhheeeeeyyyyy gidi günlerrrrr vesselam...yazacak çok var ammmaaa...