Eski Karaman Kapıları
Hasan BARAN
SON ROMANINDAN BİR BÖLÜM:
Çocukluğumda,
evimizin kapısı da öyle güzel bir kapıydı. Üzerlerindeki el emeği işlemeleri
ile rengârenk bir masal kitabı sayfasına benzetirdim ben o kapıyı.
Benim
için çok değerliydi.
Sokaktaki
bütün eski kapıları çok severdim. Gelip giderken baklava dilimli bezeklerini,
çiçek işlemelerini, kapı tokmaklarını okşardım.
Fakat
Karaman’a gelişimle o kapıların yok oluşunu görerek, çok üzüldüm. O kapılarla
birlikte, mayalı, şebit yufka ekmeği, sac böreği pişirirken, kapının
aralığından içeriye baktığımı görüp, sokakta ardımdan koşup, elime dürülü bir
sac böreği sıkıştırıp, “Al guzum burnuna kokmuştur,” diyen eski teyzeler de,
insancıl paylaşımlar, gülümsemeler de yok olmuştu. Sanki o eski ahşap kapılar Karaman’ın
asaletiydi ve o asaletli kapıların sökülüp atılmasıyla şehrin asaleti de
kaybolup gitmişti.
Gittiğim
her yerde o eski kapıları aradım. Nereye
gidersem gideyim öncelikle yılların ihtişamını motiflerinde, tokmaklarında,
dokularında taşıyan kapılar çekti ilgimi. Şimdinin, aynı tornadan çıkmış ruhsuz
kapılarını, hele para kasalarına benzeyen çelik kapıları hiç sevmedim. Benim
Karaman’da sevdiğim, okşadığım, gülümsediğim eski kapıların üzerlerinde eski
zamanın izleri, bezemeleri, çok güzel tokmakları, altın gibi parlayan sarı
pirinç kolları vardı.
Bazılarının
bir kanatları çatlak, kırık, bir tarafları galvaniz ile kaplanmış olsa dahi
eski ahşap kapılar bir eski zaman güzelliği ile büyü, asalet saçarlardı
sokaklara.
Bizler
o büyülü, asaletli sokaklarda büyüdük. O yaşanmışlık izleri bizlerin
kişiliğini, geleceğini belirledi. O mistik masalımsı kapılar gülümseyerek
açılırdı yüzümüze. Gündelik yaşamın anlamlarını biz o kapıların tokmaklarını
çalarken hisseder ve düşünürdük. Aynı zamanda kalbimizin kapılarıydı onlar,
kalbimize açılırlardı. Hep sevgiyle açılırlardı. Bazen hırs ve nefretle
kapansalar bile çok geçmeden yine sevgiyle gülümseyerek açılırlardı. Yaz
günleri sırtımızı dayadığımız, serin gölgesinde, Teksas Tommiks okuduğumuz,
sığınaklarımız barınaklarımızdı o kapılar.
Kendimizi huzurlu hissettiğimiz yerlerdi. O kapılar insanlara hiç
kapanmazdı. Kapalı kilitli kapılar ayıplanırdı. Bir hastalık yayıyormuş gibi
kaçılırdı o kapanmış kapılardan. Karaman’da bütün kapılar yarı aralık olurdu.
Kilitlenmeye kilitlenmeye kilitleri paslanmıştı. Yarı aralıktı bu kapılar, ama
kimi alçaktaydı, geçmek için eğilmek, nefsi eğitmek gerekirdi. Kimi ise
yüksekteydi, erişebilmek için hedef koymak ve sıçramak gerekirdi. Bu kapılar
içeri açılır, kimsenin yüzüne kapanmazdı.
Camilerdeki mihrap gibiydi bu kapılar, bir kutsallığı vardı. İnsanların
yürekleri gibi kapıları da açıktı. Kalenin kocaman iki kanatlı kapısı bile
açıktı, bütün kapılar açıktı. İnsanların yürekleri gibi kapıları da açıktı o
zamanlar.
Karaman’da,
hayata açılan, iki kanatlı, görkemli işlemeli, altın gibi ışıldayan pirinç
tutamaklı, koca tokmaklı, kendine has ruhu olan kapılar yok artık... Hani şimdi
var ya, hizmetkâr ruhlu otomatik zilli kapılar, onların yanında ne kadar özgür
ruhlu ve kişilikliydi o eski kapılar. O evlerin sahipleri de kapılarına
benzerdi, o kapılar gibi hayata açılırlardı. Kişilikli, asaletli bir duruşları
vardı. Hangi mutluluklarla hangi
hüzünlerle girerlerse o kapıdan kişilikleri insanlıkları bozulmazdı. İnsanlar o
kapıların tokmaklarını yalnızca sevinçli bir haber verecekleri zaman uzun uzun
çalarlardı.
Çocukken,
Karaman sokaklarında dolaşırken, arkalarında nasıl hayatlar sakladıklarını
merak ederdim. Kapı aralıklarından bakardım. O kapılar cennete açılan bir
geçitti sanki. Kapının ardında yayılan saksılardaki fesleğenlerin reyhanların,
sardunyaların ıtırlı kokusu… Bir kenarda dikilmiş biber, domates ve yeşil
soğan… Diğer köşedeki kayısı ağacının, erik ağacına yaslanmış dallarını
görürdüm... Kapı önleri de kapı içleri de, avlular, hayatlar tertemiz olurdu.
Kayısı zamanı beni görünce mutlaka bir tabak dolusu kayısıyı avuçlarıma
ceplerime boşaltırlardı. Akşamları o kapıların önüne serili kilimlerde ne hoş
sohbetler edilir, coşku içinde ne oyunlar oynanırdı. O kahve kokulu, bayram
hevesli, hoş geldinli kapıların önü bizleri komşuya, oyuna, sokak satıcılarına,
arkadaşa, okula, gündüzlere, akşamlara, düşlere, kedilere köpeklere, horoz
şekeri almak için Kelefe’nin bakkalına götürürdü. Biz çocuklar için bütün her
yer, bütün sokaklar güvenliydi. Müezzinin minareye çıkıp, ellerini kulaklarının
arkasına götürüp gür sesiyle akşam ezanı okuduğu zamana kadar evde olmak
şartıyla her yere gidebilirdik. Komşuda yemek yiyebilirdik kendi evimiz gibi.
Ya da komşu çocuğu bize gelebilirdi. Bazen de mahallenin çocukları toplanır
‘yalancı batırık’ yapardık. Biri bulgur getirirdi biri salça, bulguru suyla
şişirir, salçayla yoğurur, evlerin önlerindeki asma yapraklarından koparır
yalancı batırık sıkmalarını sarar yerdik.
Her akşamüstü bahçesinden bisikletiyle dönen bir komşumuz vardı, sepeti
kaysı dolu olurdu, her evin bahçesinde kaysı olmasına rağmen onun geçmesini
beklerdik. Sepetin içindeki kaysıların yarısını bize dağıtırdı.
Nereye
gitsem hangi kapıya baksam; o çocukluğumun asaletli, insanlıklı, huzur veren kapılarını
arıyorum. Bazen o güzelim kapıların sisler ardında kalmış görüntüleri beliriyor
hatıramda. O kapıların eski ahşap kokusunu özlüyorum durup dururken
ya da
ne bileyim, o kapıların tokmak sesini duyuyorum.
Çocukluğum
boyunca içlerinden girip çıktığım önünde durduğum, oturduğum, dokunduğum o
kapılar yok olmadılar, iç dünyamda yaşıyorlar aslında. İç dünyama açılan
kapılar onlar. Yarı aralık, asaletli, güngörmüş, güler yüzlü, insanlıklı
kapılar. Ben o iç dünyama açılan kapıların ardında, kendimi aradım buldum.
Yazar oldum. Karaman’da kapansa da artık insan yüzüne kapılar. O içimdeki eski
karaman kapıları hep açık. Ve ben ne
zaman sıkılsam üzülsem, darda kalsam o içimdeki kapılardan birine
giriveriyorum. Üzüntüm sıkıntım kayboluyor. Ve içimdeki eski kapılar sürüklüyor
beni hayata. Düşüp kalmadan ilerlememi sağlıyor çoğu zaman.
Karaman
uzun demir sürgüyü takmış sur kapısı gibi, kapatmış kendini içine. Kendini
kapatmış. Tanımıyor kimse. Bilmiyor nerde.
Soruyorlar
nerelisin?
“Karamanlıyım,”
diyorum…
“Konya
Karaman’mı?” diyorlar.
“Karaman,
Antalya’nın bir kasabası mı?” diyorlar.
“Karaman,
Gümüşhane’nin oralarda mı?” diyorlar.
Kinayeli
kinayeli gülüp, “Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu,” diyorlar.
Çünkü
Karaman, insanları sarmalarcasına kanatları açık, kendini tanıtacak, o güzel
eski asaletli kapılarını yıkmış atmış.
Bu
kapılar ne girmek içindi ne de çıkmak içindi, sadece
doğduğumuz
öze dönmek içindi.
Karaman
maalesef bunu unutmuştu!
Canına
okumuşlardı şehrin; bir zırh dökmüşlerdi ağır demirden, her yanı yara bere
içindeydi; hafızasını kaybetmişti, kederini anlatabilecek alfabeyi kaybetmişti,
kederini bile anlatamıyordu. Bir tek eski camiler kalmıştı. Eski güzel evler
ölmüştü birer birer. Ölen her ev yalnızlığı oluyordu bu şehrin. Kültür, örf
adet, anlayış azalıyordu gitgide, tarihe, kültüre veda ediyordu şehir, kendi
çığlığının peşine düşüyordu.