Ayşe ninemi tanıdığımda yüz yaşını aşmıştı. Yüzlük dişi çıkmıştı. Yer döşeğinin üstünde şalvarını yayarak haşmetli bir şekilde oturur doksan dokuzluk tespihini çeker sürekli Allahın ismini zikrederdi. Her daim iyimserdi. İnsan hiç mi öfkelenmezdi? Hiç mi canı sıkkın olmazdı? Şimdi düşünüyorum da hep Pollyanna gibi gördüğüm Ayşe ninem aslında kadınlığın çilesini çekmiş bir kadındı. İyimserlik etmese, ruhen dibe vuracaktı belki de.
O kadar çok şeyden söz edebilirim ki Ayşe ninem ile ilgili. Saksılardaki mercanköşkler, sardunyalar, rengârenk çiçekler gibi bakardı. Konuşması müziğe, en çok da ilahiye benzerdi. Bir bozlak türküsüne…
Dualar mırıldanırken, ilahiler söylerken bile doğduğu Alata’nın bal kovanlarıyla dolu yaylaları, iki bin yıllık anıt ağacı ‘ağıl ardıc’ı, göz göz pınarlarından çağıl çağıl kaynayan suları gibi insana bir iç huzuru rahatlık, ferahlık verirdi.
Yüz yaşını geçmesine rağmen öyle canlı ve hareketliydi… bir sokak ötesindeki oğlu Ali Kavgalı’nın evine, dört beş sokak ötedeki kızı Ayşe Akkafa’nın evine, Gölyeri’ndeki en ufak evladı Recep Kavgalı’nın evine hiç ıkınmadan sıkılmadan giderdi.
Gittiği yere yaşam sevinci, ulviyet ve ferahlık da götürürdü. Sanki bir yasemin çiçeğiydi, bembeyaz nurlu yüzüyle ışıl ışıl parlardı.
1943 yılında, Ayşe ninem, Alata’dan, (Şimdiki Hadim - Balcılar Kasabası) kocası Mustafa ve çocukları ile üç günde (eşyaları eşek sırtında) yürüyerek Karaman’a gelmişlerdi. O zaman en küçük çocuğu Recep Kavgalı 7 yaşındaymış. Karaman ise nüfusu çoğunluğu Yörük Türkmenlerinden oluşan 10 bin nüfuslu bir yermiş. Kışları evlerin çatıları, koca ağaçların gövdeleri kaybolurmuş karda. Fakat Ayşe ninenin yüreğini kar kış hiç soğutmamış. Kalbi hep sıcak kalmış.
Bazen o sıcak kalbi fazla ateşlenir, Adana’da trenin çarpıp ayağını kopardığı ve sonra yaşamayıp ölen ilk oğlu Mehmet’i
ağıtlarla dualarla anardı. Genç yaşta kaybettiği oğlu Mehmet’in yetim kalan çocuğu Esad içinde ağlardı. Gözyaşları ile 99’luk tespihini çeker, Allahın adını zikreder dururdu.
Ayşe ninem yüzü hep gülen nur yüzlü çok mutlu bir kadındı. Anneannemle büyük dedemin evinde herkesle gül gibi geçinip giderdi. Abbas mahallesindeki avlulu kerpiç evde Ayşe ninem, anneannem, teyzem Gülsüm, dayım Mustafa ile yaşardık. Anneannemin eşi büyükbabam Mustafa Kavgalı köylere kıyılmış tütün götürüp satmaktan, tütün kaçakçılığından, o zamanlar hapishane olan Çeşmeli Kilise’de hapisti.
Mehmet dayım ise İstanbul’da hem çalışıyor hem de okuyordu.
Ayşe ninemin büyükbabam Mustafa Kavgalı’dan başka Ali Kavgalı, Recep Kavgalı isimli iki oğlu ve Ayşe isimli bir kızı vardı.
Ayşe ninemin kocasının kulakları çok iyi duymadığı için bağırmak zorunda oldukları için kavga eder gibi yüksek sesle konuşmalarından, lakapları ‘Kavgalılar’ kalmış böyle tanınmışlar ve soyadı kanununda soyadlarını ‘Kavgalı’ olarak almışlardı.
Karaman o zamanlar bağlarla, bahçelerle doluymuş. Kalenin etrafındaki Hisar Mahallesi’nin çevresi silme cevizlikmiş. Yumuşak verimli topraklara ne diksen ne eksen olurmuş. Kavgalı ailesi el birliği ile küçük, müstakil evler yapıp zamanla bu evleri genişletmişler. Ali Kavgalı evlenip Abbas Mahallesi arkasında kendine kerpiç avlulu bir ev yapmış. Recep Kavgalı Gölyeri’nde iki katlı bir ev yapıp evin altındaki odada kalaycılığa başlamış. Ayşe kavgalı terzi Mehmet Ali Akkafa ile evlenip kendi evine çıkmış. Ayşe ninem ise en büyük oğlu olan büyük dedem Mustafa Kavgalı’nın evinde kalmış.
Ev koca bir avlunun etrafında dizili en başta aşene ile yan yana dört odadan ibaretti. Bir de tahta merdivenle dama çıkınca iki göz oda vardı. Ayşe ninemin odası aşenenin bitişiğindeki odaydı. Orada oturur orada uyur ve aş yemek için ortadaki oturma odasına gelirdi. Horantalı, kalabalık içinde aş yemeyi severdi. Odanın her yanında kırmızı motifleri ateş gibi parlayan yün
kilimler seriliydi ve özellikle de duvar diplerine dayalı halı kaplı hasır yastıklar ve önlerine yayılı kalın yün döşekler odayı bir masal havası gibi büyülü gösterirdi.
Ayşe ninemin odasının kapısı yaz günleri hep açık olurdu, onun önündeki avlu yetişkin bir insan için bile büyük görünecek geniş bir yerdi ve benim oyun mekânımdı. Şepit ekmek çevrilen ince uzun tahtayı kılıç gibi belime doladığım kuşağa takardım. Telden araba, söğüt dalından düdük yapardım. Halil Efendi Camii’nin karşısındaki Kelefe’nin dükkânından aldığım mis kokulu Mabel sakızlarının içinden çıkan futbolcu ve artist kartlarını biriktirir, fazla olanları arkadaşlarımla değiş tokuş ederdim. En fakir çocuğun bile bir kutu dolusu çizgi romanı olurdu. Ben daha okula gitmeden çizgi romanlardan okuma yazmayı öğrenmiştim. Bu yüzden beni Güneş İlkokulu’na yazdırdıklarında okumayı yazmayı bildiğimden ikinci sınıftan başlattılar. Teksas Tommiks okumak en büyük zevkimdi. Evimizin karşısında ‘Gar Büfesi’ sahibi Şevket Varol amcanın iki katlı avluya açılan koca kapılı güzel bir evi vardı, oğlu Mustafa Varol ve abileri Nevzat ve Necdet abilerin kutular dolusu çizgi romanlarından ben de onların kardeşleriymişim gibi alır okurdum. Ne güzeldi o neşeli sokaklardaki çocukluk. Bazen de oyun oynamayı bırakır, geçen faytonların peşine takılırdık, faytonların arkasındaki demire oturur, hayli giderdik sallana sallana, faytoncunun fark etmesiyle arkaya salladığı kırbaçla, hemen atlar kaçardık.
Abbas Mahallesi'nde gecenin geç saatlerine kadar çocuk sesleri hiç eksik olmazdı. Evler daha ziyade geniş avlulu kerpiçten ve iki katlıydı, her daim yarı açık büyük kanatlı kapıları olurdu. Çocuklar o güzel mahallenin dar sokaklarında bugün artık adları neredeyse unutulmuş; çelik-çomak, yedi kiremit, ip atlamaca, köşe kapmaca, istop, körebe, saklambaç, bilye, gazoz kapağı ütmece gibi birbirinden değişik oyunlar oynar, sevinç içinde o dar sokakları neşeye boğarlardı.
Çocukluğumun en güzel anılarını biriktirdim bu sokaklarda.
Karaman'ın geçmişi çok eskilere dayanan, insani değerleriyle, kökten gelen ananeleriyle, kültürleriyle var olarak ayakta kalmış mahallelerinden biriydi Abbas Mahallesi.
Çoğunlukla evlerin avlularında kaysı erik dut olduğu halde bizim evin avlusu bomboştu. Fakat kendi avlumuz gibi arkadaşlarımızın evlerinin avlularındaki meyvelerden doya doya yerdik. Hiç kimse komşusunun çocuğundan bir şey esirgemezdi. Kendi çocuğu neyse komşu çocuğu da oydu. Hali vakti iyi olan komşusunun hali vakti iyi değilse kendi çocuğuyla birlikte onun çocuğunu da sünnet ettirirdi.
Mahalleye dondurmacı gelince kendi çocuğuna dondurma alıyorsa bir külah dondurma da alamayan çocuğa ısmarlardı. Komşuluk akrabalıktan ileriydi, böyle içten bir birliktelik ve birbirini koruma kollama vardı.
Her mahallenin ismi ile müsemma bir ‘bakkal amca’sı vardır. Abbas Mahallesi’nin bakkal amcası ise, ‘Kelefe’ idi. Bir de karşı komşumuz Arabalıların bir akrabası vardı, İzmir de Göztepe Spor Kulübü’nde top koşturuyordu, o konuşulurdu. Abbas Mahallesi’nde yaşayan insanlar manevi dinamikleriyle bir aile gibiydi; bu değişmeyen kuraldı. İnsanlar birbirlerine çok yakındı. O zamanlar da henüz radyolar yaygınlaşmamıştı. Mahallede bazı evlerde bulunan radyonun dinleyicileri sadece o evde yaşayanlar değil, bütün mahalleliydi.
Bana, o evlerin ruhu var mı diye sorsanız, sizlere şöyle derim: “Sanmayın ki o evler ne ruhsuz ne de dilsizdirler. Onların sessiz olmaları sizleri aldatmasın, onlar sizlere yaşadıklarını görünüşleriyle, duruşlarıyla ve mimari özellikleriyle anlatırlar. İçinde yaşanılan onca şey sanki tarih, duygular, kerpiç, saman toprak duvarlarına sinmiştir. O evler bütün olanları yaşayanlarla birlikte yaşamış ve özümsemiştir: O bakımdan ruhları da vardır.”
O dönemde Zeki Müren’in radyoda her hafta yayınlanan konserleri büyük küçük herkes tarafından heyecanla dinlenirdi. Radyosu olan mahalle sakinleri kapıyı pencereyi açtıkları gibi radyonun da sesini sonuna kadar açar, komşularının da dinlemesini sağlarlardı. Mahallelinin sevinci de, üzüntüsü de mahalleye mal edilir, her şey paylaşılırdı.
Bu soylu şehir, bir Karaman Beyliği bakiyesidir. Bu sebeple Karaman Beyliği’nde egemen olan kültür birikimleri öteden beri bu mahallelerde, dolayısıyla mahalleyi oluşturan ailelerde yaşıyordu. Birbirleriyle dayanışma içinde olan insanlar, mahallenin temeliydi. Yaşayan canlı bir kültür vardı. Aynı mahallede yaşayan insanlar, birbirlerinin her çeşit oluşumundan haberdar olurdu. Doğan ve ölenlerin, evlenenlerin şahidi mahalle sakinleriydi. Dini değerler, geçmişten gelen kültür birikimleri, örf âdet ve töreler ailelerde temsil edilir; neticede bu durum mahalleye yansırdı. İnsanların itibarı, gelişimi, çevresiyle olan münasebetleri ve etkileşimi mahallede gerçekleşirdi. Mahalle, kişilerin ve ailelerin yaşadığı temel hayat mekânıydı. O mahallede yaşayan değerlere göre, insan ve toplum hukuku geçerliydi. Çocukların gelişmesi ve yetişmesinde aile ve akrabalar kadar, mahalle sakinlerinin de tesiri hatta denetimi vardı. Dolayısıyla bilhassa yeni yetişen çocuklar ve gençler, mahalledeki kontrol mekanizması sayesinde sosyal hayat kaidelerine uyulması gerektiğini öğrenirlerdi. Mahallede yaşayanların karşılıklı hoşgörü, anlayış ve dayanışmasıyla, birleştirici bütünleştirici öz itibarlarıyla, insan münasebetleri güzel bir zeminde gelişir ve pekişirdi. Yerleşik dini inanç ve kültür değerleri, mahallî âdet ve uygulamalar, orada yaşayan insanların şahsiyetleriyle bütünleşirdi. Bu durum bizim çocukluğumuzda çeşitli aksaklıklara rağmen uzun süre mevcut hâlini muhafaza etmiştir.
Abbas Mahallesi sadece bir muhitten ibaret değildi. İnsanı ve aileyi himaye eden, koruyan, kollayan, insana moral ve yaşama ivmesi kazandıran, kendine has dili, yobaz olmayan içten dini inanışı, belirli zihnî birikimi ile her türlü insani irtibatı oluşturan içinde yaşanmaktan haz ve huzur duyulan bir yerdi. Bu anlamda acılar ve sevinçler paylaşılır, ölümler ve düğünlerde bir araya
gelinir, ahlâkî zafiyetlerin alenen işlenmesine, dolayısıyla yanlışlıkların mahallede yaygınlaşmasına müsaade edilmezdi.
Ayşe ninem bahar mevsimini çok severdi. Sanki onun için evimizin toprak damında papatyalar gelincikler açardı. Avludan tahta bir merdivenle yukarıdaki iki odalı yere çıkılırdı oradan da toprak dama ulaşılırdı. Dama çıkar Ayşe nineme papatya gelincik toplardım. Bazen de yuğla oynar bir ileri bir geri onu yuvarlar dururdum. Bir gün toprak damı kardan yağmurdan korumak için tuz atarak yuğlayan iki yanındaki deliğe geçirilmiş demir çubuğu olan yuvarlak yuğ taşıyla oynarken küçük gövdemle yuğ taşını durduramayıp yandaki evin avlusuna düşürdüm. O ev sonradan karaman belediye başkanı olacak olan Özcan Genç’lerin eviydi. Onların avlusuna top güllesi gibi koca yuğu düşürdüm. Allahtan sonra iş tatlıya bağlandı ve bana küçük çocuğum diye kızan bağıran olmadı.
Ayşe ninem, bütün herkesin akıl danıştığı yaman bir kadındı. Öyle öğütler verirdi. Anneannem Ayşe nineme danışırdı hep ne yapacağını. Sözü dinlenir bir kadındı Ayşe ninem. Öyle yumuşak yanakları vardı ki!
Elleri nasırlıydı, ela gözleri derinlerden bakar bazen yeşile bazen maviye dönerdi.
Avluda ve diğer odalarda güle bağıra, koşarak oynar dururdum. Terliklerimi fırlatarak çıkarıp Ayşe ninemin odasına girerdim, ama onun odasına girer girmez koşmam durur, küçük adımlarla, sakince onun yanına mindere gider otururdum. Ayşe ninemi çok severdim, rahat olması için etrafında onun gibi ağır hareket etmek, alçak sesle konuşmak gerekirdi, oysa hiç kimsenin böyle yapmamı söylediğini hatırlamıyorum. Küçük bir çocuktum ama kendiliğimden, Ayşe nineme olan sevgimden bilirdim bunları bir şekilde. Ayşe ninem, okumayı öğrenip öğrenemediğimi sorardı, bazen başka şeyler de sorardı. Ona okumayı öğrendiğimi göstermek için Mustafa Varol’un abisinden aldığım çizgi romanı okurdum. Merakla gülümseyerek beni izlerdi. Bazen yatıverirdim kucağına, Ayşe ninem saçlarımı okşar, beni
uyutmaya çalışırdı. Ninni gibi söylemezdi, ama onun ilahi söyleyen dua okuyan sesi en güzel uykuları getirirdi. Gül gibi Ayşe ninem vardı benim. Onun sevgisinin ve sıcaklığının yanına kimse yanaşamazdı
O yıllarda komşular kardeş gibiydi, herkes birbirine ailesiymiş gibi girer çıkardı, herkesin kapısı yarı açık olurdu. Mahallemizin kadınları birbirlerinin halini hatırını iyice sormadan günü geçirmezlerdi. Sokağın ortasında ayaküstü yarım saat konuşan iki kadın görseniz hiç şaşırmazdınız.
Başı ağrıyan kolu sırtı ağrıyan soluğu Ayşe ninemin yanında alırdı.
Ayşe ninem yılancık kıyardı.
Yılancık kıydığı hasta şifa bulur iyileşirdi.
Ufak salyangozlara benzeyen bir avuç yılancık taşını kadife torbacığından çıkarıp onları avucunda ısıtır, bu taşları Mekke-i Münevvere’den, Kaşıkçı Alirıza Efendi’nin kendisine getirip verdiği anı hayırla yad edip dualar eder duygulanır ve onun bir şiirini ilahi gibi söylerdi:
Cihandan sen de bir gün yok olursun,
Bugün bunda amel yapsan ne olursun.
İkinci sûru İsrâfil çalınca,
Hemen birden kabirden doğrulursun.
Ne sen bâkî, ne ben bâkî bu handa,
Fenâ dünyâ içün ne yorulursun.
Düşünmek, ibret almak yok mu sende,
Karanlık kabre elbetde konursun.
Seni Mevlâ ne hoş insan yaratmış,
Niçin bunda amel yapmaz durursun.
Salâtı, savmı, haccı terk edersin,
Yarın nâr-ı cahîme sevk olursun.
Eğer bunda hayırlar kesbedersen,
Girip cennetlere mesrûr olursun.
Bu gaflet döşeğin gel topla gayrı,
Yarın bir gün gelir de uyanırsın.
Kemâl-i istikâmette olursan,
O cennet köşklerinde kurulursun.
Sözüm dinle aman yâhû Rızâî,
Bu fırsatlar geçer, pişman olursun.
Ayşe ninem hiç eskimeyen anılarımı tazeler, doğallığı, masumluğu, saflığı, gücü, kuvveti, ulviyeti getirir gözlerimin önüne. Küçük bir çocukken İzmir-Bornova’ya gidene kadar Ayşe ninemle kaldığımız evde yaşadıklarımı hatırlarım hep. Çocukluğuma ait unuttuğum o kadar çok şey var ki… Ama Ayşe ninemle olan anılarımı hiç; ama hiç unutmadım.
Onu şifa dağıtmak için yılancık kıyışını da dün gibi hatırlıyorum. Ayşe ninemin avuçlarının içinde bir ateş varmış gibi yılancık taşlarını ısıtması oldukça heyecanlandırırdı beni. Onu dikkatle izlerdim.
Ayşe ninem asırlık bilgelik ve ulviyetiyle yaşamdaki birçok zorluğa ve acıya rağmen umuda, sevinç ve yaşamın güzelliğine ilahi bir övgüyle içsel ezgiler sunar taşları adeta dans ettirirdi.
Ayşe ninemin yılancık kıyması bitkin bir kadını yaşamla, neşeyle, moralle, güçle doldurması gibiydi. Hasta kadının halsiz takatsiz hasta kısmı yok olur gider onun yerine güçlü sağlam bir kısım gelirdi sanki.
Ayşe ninem Nasr suresini yedi kere okur yılancık olan yere taşı yapıştırırdı.
Yılancık taşı ağrılı bölgeye hafifçe yapışır, işini bitirince kendini salardı.
Bazen Ayşe ninem, kadınların namahrem kısımlarını görmemem için, “Hasan’ım abdest alacağım bana bir abdest suyu getir der, elime küçük bir bakraç tutuşturur, yüz metre kadar uzaktaki Halilefendi Camii’nin çeşmesine beni gönderirdi. Çeşmeye değişik bir şey yapma heyecanıyla koşarak gider, ancak dönüşte yavaş gelirdim. Hafif olan o küçük bakraç suyla dolunca ne kadar da ağır gelirdi! Yine de hiç şikâyet etmeden götürürdüm. Sonuçta Ayşe ninem mutlu olacaktı.
Bir bardak suyu bile boşa harcamazdı.
“İsraf haramdır, biz her şeyimizi en verimli şekilde harcamalı boşa israf etmemeliyiz. Bizim peygamberimiz dere kenarında abdest alırken bile suyu israf etmemenizi emreder” derdi.
Çok büyük kadındı, örnek olurdu, mutlu ederdi.
Her gün hiç aksatmadan rengârenk iplerden örülmüş kuşağının arasından çıkardığı bir Mevlana şekeri verirdi. O beyaz yumuşak şeker nasıl tatlı güzel gelirdi, azar azar yerdim, hiç bitmesin isterdim.
Çok şefkatli kadındı Ayşe ninem.
Birisi bana kızınca, “Karışmayın, o çocuk, büyüyünce bunların hiçbirini istese de yapamaz” derdi.
Anneannemi kızdırdığımda, Ayşe ninemin yanına koşup sandığının arkasına gizlenirdim. Beni gülümseyerek izlerdi. Ayşe ninemin sandığı masallardan gelmiş gibiydi, üstünde iki geyik resmi oyuluydu. Annesi, evlenirken ona bu sandığı vermişti çeyiz olarak. Ayşe ninem gözü gibi bakardı sandığına. O kadar merak ederdim sandığın içinde ne olduğunu! Hayalimde birçok şey kurar, içinde periler olduğuna bile inanırdım.
***
Çok yıllar geçse de çocukluğumdaki, ilk anılarımdan ve daha birçok şeyi gözlerimin önüne getiren Abbas Mahallesi’nde yaşadığım mahalle kültürünü ve mahalle ruhunu hiç unutamadım.
Komşuda yemek yiyebilirdik kendi evimiz gibi… Ya da komşu çocuğu bize gelebilirdi. Bazen de mahallenin çocukları toplanır ‘yalancı batırık’ yapardık. Biri bulgur getirirdi biri salça, bulguru suyla şişirir, salçayla yoğurur, evlerin önlerindeki asma yapraklarından koparır yalancı batırık sıkmalarını sarar yerdik. Her akşamüstü bahçesinden bisikletiyle dönen bir komşumuz vardı, sepeti kayısı dolu olurdu, çoğu evin avlusunda kayısı olmasına rağmen onun geçmesini beklerdik. Sepetin içindeki kayısıların yarısını bize dağıtırdı. Nereye gitsem hangi kapıya baksam; o çocukluğumun asaletli, insanlıklı, huzur veren kapılarını arıyorum. Bazen o güzelim kapıların sisler ardında kalmış görüntüleri beliriyor hatıramda.
Çok yıllar sonra Abbas mahallesine gittim. Her şey değişmişti. Çocukluğum boyunca içlerinden girip çıktığım önünde durduğum, oturduğum, dokunduğum o kapılar yok olmuştu.
O yaşanası avlulu evler yıkılıp yerlerine sefertaslarına benzeyen beton binalar yapılmıştı. İçerideki ocak yoktu. Yazın erişte, tarhana, bulgur serdikleri, elma, erik ve kayısılarını kuruttukları papatyalar gelincikler açan canlı hava alan o masalsı damlar hava almayan insanı bunaltan biçimsiz galvaniz çatılara dönüşmüştü.
Canına okumuşlardı Abbas mahallesinin. Bir tek eski camiler kalmıştı. Eski güzel evler ölmüştü birer birer. Ölen her ev yalnızlığı oluyordu bu şehrin. Kültür, örf adet, güzel insanlar ve onlardan kalanlar azalıyordu gitgide, tarihe, kültüre veda ediyordu Abbas mahallesi.
Aybekirlilerin Mustafa’nın evini aradım. Yukarısında Bakkal Osman Türker’in iki katlı evi vardı. Oğlu Mahmut ile bilye oynardık. Onların evinin bitişiğinde ise Berber Hulusi Altıparmak’ın tek katlı evi. Oğulları Ahmet ne iyi çocuktu. Derici Arif Türker’in tek katlı ufak avlulu evi, ondan sonra Ahmet küçükcicibıyık’ın dayısı Derici Niyazi Türker’in ince uzun avlusunda kayısı erik olan iki katlı evi. Niyazi Bey çağdaş bir insandı ve üç kızını da okuttu. İki büyük kızı öğretmen, en küçük kızı Nigar Hanım doktor oldu.
Hamdi Türker’in tek katlı evinin avlusundaki kocaman dut ağacının dutlarını Leman teyze ve kızı Leyla tabak tabak tüm mahalleye dağıtırlardı
Aşçı Hafız Mehmet Küçükcicibıyık’ın evi ise avlusunda fıskiyeli havuz gördüğüm ilk evdi. Masallardan çıkmış gelmiş gibiydi. Fıskiyeli havuza kadar yerler beton ondan sonrası topraktı, biber, nane, maydanoz, soğan ekilirdi. Biraz dip tarafta iki katlı altı odunluk üstü tek katlı küçük ev vardı. En büyük oğulları Tamer evlenince oraya taşınmıştı. Topraklık alanda erik, kayısı, dut ağaçları vardı. Havuzun karşısındaki tek katlı evde ise Mehmet amca karısı Elmas Hanım en büyük oğlu Tamer, kızı Mebrure, Hüsnü, Zafer ve en ufak oğulları Ahmet Küçükcicibıyık ile birlikte örnek bir aile olarak iyilik mutluluk içinde yaşarlardı. Mahallede bulunan birkaç fakir aileye Ramazan öncesi en ufak evlatları Ahmet Küçükcicibıyık akşam karanlığında kimseye göstermeden erzak taşırdı.
Berber Hulusi Altıparmak’ın evinin karşısında Kunduracı Tevfik Günok vardı, kızı Nadire Günok, Güneş İlkokulu’nda öğretmendi. Oğlu Kasım benim gibi çok kitap okuyan bir çocuktu. Onların evinin bitişiğinde Mehmet Emin Foto’nun evi vardı, kızı Zübeyde söbeleme oyunlarını hep kazanırdı.
Hepsi kaybolup gitmişti o mahalleden.
En önemlisi de… benim çocukluğumdan kalan en güzel anı olan Ayşe ninem yüzünden eksik olmayan o meleksi nurlu gülümseyişiyle yoktu.
Bembeyaz saçlarını örten neredeyse yerlere değecek kadar uzun beyaz tülbendi… Yerleri süpürecek kadar uzun ve geniş şalvarı… belindeki kuşağı… yanına gidip kuşağının içinde şeker var mı diye baktığım ama bulamayınca gülümseyerek bana kuşağının kıvrımına sakladığı Mevlana şekerini gülümseyerek uzatan Ayşe ninem yoktu. O güzel mahalle gibi, o güzel insanlar gibi kaybolup gitmişti.
103 yaşında o çok sevdiği ve hiç aksatmadan 99’luk tespihini çekerken adını zikrettiği Rabbine kavuşmuştu.
Mekânı cennet olsun.
Hasan abi ben bahçenizin karşısındaki komşun ,eşinize oğlun Muammere size sevgi ve saygılarımla selamlar .Eline koluna ağzına sağlık.
Kalemine sağlık 1968 de biz o sokakta Farabi abilerin ( arabalıların) evinde oturduk saydığın kişiler hep gözümün önüne geldi Ahmet Altıparmak sınıf arkaşım Ahmet Küçükcicibıyık derslerimi sorduğum abim maşallah hafızan yerinde kimseyi unutmamışsın MEHMET OKUYAN
Kalemine- Yüreğine-Anılarına Sağlık ..SEVKET D.