İşyerinin önüne atılı bir sandalyede, bacaklarını kaldırımın tamamını kaplayacak şekilde yola doğru uzatmış ve elindeki cep telefonunda, sanki dünden çok daha farklı şeyler bulacakmış gibi içine düşmüş denilebilecek bir halde bir şeyler arayan on beş yirmi yaş arası bir genç.
Kaldırım boyu buna benzer birçok engeli aşarak onun yanına kadar geldim.
Yürüyüp gideceğim ama gerçekten kaldırım tam olarak kapalı.
Başucuna dikildim ve beklemeye başladım.
Sadece gözlerini oynatarak kısa bir an bana baktı ve telefondaki işini yapmaya devam etti.
Gördü ve gereğini yapacak diye bekledim.
Çok sabırlı bir adam sayılmam. Ama Allah bir sabır verdi o ara…
Hayli bekledim.
On saniyenin bir saat sayıldığı anlar bu anlar.
Anlamsızca, aptalca ve bekleyene çok zor geçen anlar…
Kısa kısa öksürdüm.
Bu kez başını çok az kaldırdı ve ilginç bir şekilde göz attı.
“Hayırdır bir şey mi istiyorsun?” der gibi.
“Yooo! Ne isteyebilirim ki? Otuz santimlik bir yol. O kadar” diyecektim. Sesli sorsaydı.
Ama o, hızlı bir şekilde gene başını telefona gömdü.
İlginç saç traşlı ve genellikle siyah ağırlıklı giyinen ve sakal tıraşını sevmeyen gençlerden. Galiba, yaşam referansını aklından değil, yumruğundan alanlardan.
Ha bu arada yumruğunu da balyoz sananlardan.
Zamanım çok. Başucunda bu detayları inceleme zamanım var nasıl olsa. Hayli bir zaman sonra;
“Delikanlı, rahatını bozmak istemem ama bir geçişlik yer açsan” dedim.
Hızla ve sinirli bir halde ayağa fırladı ve “ne istiyorsun be adam. Dünya kadar yer var, geç git. Başımda ne dikiliyorsun?” dedi.
“Nerede benim göremediğim bu dünya kadar yer?” dedim.
Kaldırımdan yana park etmiş araçlardan sonraki yolun en işlek bölümünü gösterdi.
“Ama orası araçlara ait. Orada bir araç bana çarpsa sen sevinecek misin? dedim.
Gözlerinin akı ikiye katlanmış vaziyette yüzüme otuz kırk santim kalacak şekilde yaklaştı ve bağırarak, “İhtiyar, sen ne başa bela adamsın. Canın dayak mı istiyor?” demez mi.
Olağanüstü sakin olmayı beceriyorum bugün. Hâlbuki içimde fırtınalar esiyor.
“Zaten bu yaptığın zorbalık dayaktan beter oldu. Anlıyorum ki onu da yapacak kalitedesin” dedim.
Sesi yükselince içeriden ondan üç beş yaş büyük görünen bir delikanlı geldi ve durumu hemen anladı. Onun kolundan sertçe tutarak içeriye gönderdi ve “geç amca, kardeşim ama itin teki. Kusura kalma. Bunlardan o kadar çok ki nasıl edeceğimizi biz de şaşırdık. Ben ona bunun hesabını soracağım” dedi.
Bu güzel çocuğu görünce de bütün öfkem dindi.
Teşekkür ettim ve oradan uzaklaştım.
Beynim yanıyor.
Düşünüyorum ve kahroluyorum.
Bu türden gençlerle her yerde karşılaşıyoruz. Toplu taşıma araçlarında, trafikte gerilim biraz daha da yüksek. Uyardığınız anda kavga hazır. Birçoğunun belinde koca koca bıçaklar var.
Biz ne ettik ya rabbim?
Edep, erkân, muaşeret, zarafet, nezaket ne zaman Kaf Dağı’nın ardına kaçtı?
Bizim eğitim sistemimiz ne işe yarıyor?
Bu yozlaşma ve yabancılaşmadan nasıl kurtuluruz?
Düşünüyorum, soluk almakta zorlanıyorum.
Suç istatistiklerine baktığımız zaman yere serilmiş bir gençlik görüyorum.
Yarınları kuracak olan gençlik fena öfkeli ve yorgun.
Öfke yorgunu.
Bu yorgun ve yaşama havlu atmış nesil, koşan bir ülke imar edebilir mi?
Bir mucize bekliyorum.