Yaşadığımız çağın yöneticilerinin yönetim yöntemlerinin çağdaş olup olmadıklarını irdelerken, basit iki soruya verilecek yanıtların sonuçlarına bakmalıyız.
Birincisi; Ülkemiz ve insanımız için neler yapmalıyım?
İkincisi; Ülkemiz ve insanımıza hizmeti nasıl yapmalıyım?
Bu iki sorunun önemini ve gerekliliğini bir birinin aleyhine yorumlamaya çalışan veya zamanla bu durum karşısındaki özenini yitiren yöneticiler çağdaş yöneticiler olma yolunda başarılı olamamışlardır.
Ben de bir gazeteci yazar olarak beni yöneten seçilmiş veya atanmış yöneticileri değerlendirirken bu iki soruya öncelikle yanıt ararım.
Yol, sokak, park, bahçe, kent imarı, kültürel ve toplumsal etkinlikler, iç ve dış güvenlik, sağlık, eğitim gibi çok sayıda toplumsal hizmet ve görevleri yüklenen devlet aygıtı ve onu oluşturan yönetim kadroları elbette somut ve uygulanabilir projeler üretmek ve uygulamak zorundadırlar. Bunları yaparken de dün çok önemli olmayan ama bu gün birinci sıraya yükselen “bunları yaparken hangi usullerle çalışmalıyız?” sorusuna da cevap bulma zorunluluğu var.
“Ben düşünür, ben yaparım. Çünkü millet bu gücü bana verdi. O zaman yönetim sürem içinde sultan benim. Devlet hazinesini benim anladığım şekilde kullanırım. Öyle şeffaflık, hesap verilebilirlik, tasarruf gibi itibarımızı zedeleyen uygulamaları sevmem. Yerim içerim ama milletime de hizmet ederim” usulünde yerleşmiş bir yönetim tarzımız var.
Bir de, “Ben her şeyi düşünemeyebilirim. Milletin bana emanet ettiği beytülmali yanlış kullanmak korkum vardır. İsraf haramdır. Hele israf milletin malı üzerinden yapılıyorsa tümüyle yanlış yapılmaktadır. O zaman hizmetin her adımını aleni olarak milletimiz ile paylaşmak zorundayım. Makul sürelerde, danışma ve bilgi paylaşma kanallarını açık tutmalıyım. Bu durum hata payımızı en aza indirdiği gibi kıt kaynaklar ile çok büyük hizmetler verebilmemizi sağlar. Bunlardan çok daha önemlisi, millet yapılan hizmetlerdeki maddi ve fikri katkısından dolayı ortaya çıkan eseri sahiplenir, içselleştirir ve onu özenle yaşatır ve korur” diyenler vardır.
Şeffaf yönetim dediğimiz bu model, art niyetleriniz ve devlet malı üzerinde yanlış emelleriniz yoksa uygulanması son derece kolay ve sonuçları da büyük enerjiler üretecek vaziyettedir.
Bu açıklamalar ışığında Karaman’ı kendisine itimat ettiğimiz belediye başkanımız ve çalışma arkadaşlarına ikinci yıllarını doldurmaya başladıkları bu günlerde biraz daha yakından bakmak istedim.
Belediye başkanını öven yazılar yazdığımı söyleyen arkadaşlarım bilsinler ki, doğrudan onu hedef alan ilk yazımdır bu. Atatürk Bulvarı için koyduğu tabela ve mezbelelik durumundaki şehir içi boş arsalarını temizlemesini olumlu bulan birer satırlık sosyal medya paylaşımı dışında…
İmar, fen işleri, kültür ve sanat çalışmalarını ayrı ayrı mercek altına almak gerekmektedir. Bu yazının ilgi alanı belediye başkanı ve kendisine emanet edilen devlet hazinesi ile olan ilişkisidir.
Belediye Başkanı seçilen Savaş Kalaycı’nın, göreve geldiği andan itibaren bu konuyu düzene sokmaya çalışmak için çok ciddi bir kavga verdiğini gözlemledim. Bunu yapabilmesinin yolunun ise önce kendisini bir model olarak ortaya koyması gerektiğini, bu tutumunu da samimiyetle ve ısrarla sürdürmesi gerektiğine inandığını gözlemledim.
Acaba, gençliğin ve idealizmin verdiği gelip geçici bir Ömer romantizmi mi diye dikkatle takip etmeye çalıştım. Meselâ, başkanı veya üyesi olduğu kurumlardan oturum bedeli almadığını ve samimiyetle iki yıldır tutumunu devam ettirdiğini gördüm. Ortalama bir yüksek memur maaşı dolaylarındaki ek geliri reddetti. Ağırlama ve temsil giderleri altında ucu açık giderleri düzene soktu. Kent dışı etkinliklerden harcırah almadı. Yemek parası da dahil olmak üzere kendisinin ve diğer belediye yöneticilerinin bireysel harcamalarını belediye kasasından yapmadığını ve yaptırmadığını gözledim. Organize Sanayi ikinci yolundaki yöntem ile çok ciddi tasarruflar sağladı. Belediye giderlerinde kara delik olduğunu düşündüğü her deliği tıkadı.
Benim öteden beri özlediğim devlet yöneticisi tipi, milletin parasını kendi malından üstün tutan yöneticilerin olması beklentime uygun düşenler idi. Savaş Kalaycı’ da bunu gördüm.
Esasen, bütün yöneticilerimizin ve hatta tüm insanların sıradan davranışlarının en başında gelmesi gereken bu özellik, maalesef “bal tutan parmağını yalar” cı, “yesin ama bir şeyler yapsın” cı bir düzenin çarkları arasında kaybolup gittiği için meziyet olarak yazılmaya lâyık görülüyor.
Bu konuda detay sayılabilecek çok örnek verilebilir. Ama ben bu kadarı ile bile düzgün bir profil ile yol yürüdüğümüzü düşünüyorum.
Bu yazımıza, çeşitli siyasi mahallelerden fena halde kızanlar olacaktır.
“Senin işin mi başka partili bir başkanın olumlu yönlerini anlatmak” diyecekler.
“Bir çıkarın mı var da böyle yazıyorsun?” diyecekler.
Desinler. Kişi önce kendisini bilmeli. Ben yazdıklarımı denetimden geçirmeden lâf ola diye yazanlardan olmamaya özen gösteriyorum.
Hatasızlık Allah’ a mahsustur. Yeter ki bilerek toplumu yanıltan hatalar yapmayalım.
Ben bunu gördüm ve özlediğim bir yönetici özelliği olmasından dolayı yazıya döktüm ki, o yolda daha güvenle yürümesine katkım olsun isterim.
İnsanları dinleştirilmiş dünyevi davalar ile bölüp parçalayarak kendilerine çıkar sağlayan yöneticiler ve bunu sorgulamadan kabul eden ve hatta suç ortaklığı yapan kitleler yüzünden çok çektik.
Ben bir gazeteci olarak bunları üzerine çıkarak bir gözlem yapamazsam, uğruna çok bedeller ödediğim koca bir yaşamın, kalemin, kelamın ne değeri olur ki?
Savaş Başkan beytülmal karşısındaki tutumu ile on numara bir kişiliği olduğunu samimiyetle gösterdi.
Dilerim mevladan böyle gider, böyle biter.
Teşekkür ederim sevgili hocam. Böyle bir günde böyle bir yazıya ihtiyaç vardı ve çoğu zaman olduğu gibi kalemi eline ilk alan sen oldun. Yüreğine, bilgine, kalemine sağlık..!
Bilge Hocam çok güzel bir analiz yapmışsınız.farklı görüşten bir yöneticinin doğru işlerini kamuoyuna yazabilmek cesaretinizi ve özgüveninizi tebrik ederim. esen kal