Çoktan beri, yaşlanmaya yüz tutan yıllarımda güven duygusu ile bineceğim bir araba almak için araba alım satım sitelerini incelerdim. Hatta son zamanlarda günde birkaç kez bu siteleri ziyaret ediyor, kafamdaki bu arabayı kullanan veya kullanmış olan arkadaşlardan görüşlerini soruyordum.
Eşim de, “Yahu! daha arabamız iki yaşında. Niye aranıyorsun ki? Arabamızdan bir şikâyetin mi var? diye de çok haklı sorular soruyordu.
Ama bir şeyi yapmayı düşündüğüm andan itibaren o düşüncenin yol taşlarını döşemeye başlayan bir yapım var.
Ne yapayım böyleyim.
Bu gün, sifli sifli otururken aniden bir şeyin farkına vardım. En az yirmi gündür söz konusu sitelerden hiç birisini ziyaret etmediğimi hatırladım. Bir sıkıntı bastı. Çünkü yaşamım için önemli olduğunu düşündüğüm bir nesneyi yirmi gün hatırlamıyorsam benim için değerinin sıfır nisabında olduğunu anlamak kekre bir duygu. Mevcut arabam otuz üç gündür garajında duruyordu. Onun yerinde, üzerine bir sürü para verip de almak için kendi kendime türlü gerekçeler uydurduğum araba olsaydı, çıkacak mıydı ki garajdan.
İnsanın kendisi ile yüzleşmesi hiç de kolay değil. Ama belirgin bir sorunun olduğu da ortada. Çok değerli gördüğün bir şey, bir anda değersiz hale gelir ve onlarca gün aklına dahi gelmez ise, bir hesap görmek gerekmez mi?
Değer anlayışlarımızı belirleyen ana unsur ne? Bir şeyi değerli veya değersiz yapan olgular neler diye düşünmez miyiz?
Düşündüm.
İçinden çıkılacak gibi değil.
Gözle görünmeyen bir canlı bizi sadece akciğerlerimizden vurmadı. Yaşam düzeneğimizden de vurdu. İnandığımız değerler ile kurduğumuz düzeneği ve onu oluşturan düşünce sistematiğini kökünden değersiz hale getirdi.
Evler, arabalar, plazalar, siteler, otoyollar, köprüler. Koltuklar, muteber işler, paralar, pullar… Medeniyet adına ardından koştuğumuz hiçbir şeyin bir nefes kadar değerli olmadığını gördük.
Göremediğimiz bir düşman yüzünden gönüllü olarak cezaevlerine girdik.
Utandım… Kızardığımı hissettim…
Ellerim arkada evin içinde bir aşağı bir yukarı gidip gelirken uzun uzun ve defalarca bunları düşündüm.
Düşmanlıklarımı, dostluklarımı, hırslarımı, kavgalarımı, sevgilerimi, inançlarımı ve değerlerimi düşündüm.
Çok daha fazla kızardım.
“Kavga her kişinin, sevgi er kişinin harcıdır” derdi anam.
Çabuk kavga eden bir yapım yok. Ama kavgaya karar verdiğim zaman da geriye dönmeyi düşündüğüm pek olmamıştır.
Barışı düşündüm bu günlerde savaştan kat be kat fazla.
Kavga, bazen gerekli olsa bile barış, bir fazilettir. İnsanı erdemli kılan nasıl iyi bir savaşçı olduğu değil, düşmanı saydığı kişi veya kişileri nasıl bağışladığıdır galiba.
Dünyanın en iyi arabasını kavuşmak değil.
Dünyanın en iyi savaşçısı olmak da değil…
Marifet, tüm kalbi ile bağışlamayı ve barışı öğrenmiş olmamızdadır galiba.
Özlediğimiz lüks arabanın ne kadar değersiz, sevgi ve barışın ne kadar değerli olduğunu hepimizin beyninin tam ortasına tüm değerlerin anası olarak yerleştirebilecek bir dünya oldu mu ki hiç?
Veya olacak mı?
Görünmeyen düşmanı yok edecek tek silah gibi duruyor…
Neriman köse: kavga her kişinin ,barış er kişinin işidir nekadar güzel bir deyiş başkanım keşke yukardakilerde bu muhasebeyi yapsalarda ülke biraz rahat etse.kaleminize sağlık
Benzeri hesaplaşmaları toplumumuzun ağırlıklı bir bölümü yapmak durumunda... Hızlı bir şekilde ve dürüstce yapılacak bu tur hesaplaşmalar önümüze çok güzel ufuklar açabilir. Bu yolda, öncü bir tavır sergilediğiniz için teşekkür ediyor ve kutluyorum sizi sevgili hocam.
Sevgili ağabeyim hepimizin içinde bulunduğu ruh haline tercüman olmuşsunuz şu anda gelecekle ilgili hayal bile kuramaz hale geldik değer sıralamamizda çok büyük değişmeler oldu iyimidir kötü müdür sağlamasını yapacağız umarım olumlu olur umarım herşeyde yaptığımız gibi bu günleride unutuvermeyiz.