Ünlü sözdür. “Yaş yetmiş iş bitmiş”
Hâlbuki yetmiş üzerini “meyve döküm mevsimi” olarak kabul edenler de var. O zamane dek olgunlaşma sürecini tamamlayan meyvenin lezzeti ve şifası doruğuna ulaşır. Yavaş yavaş aşağıda ondan nasiplenmeyi bekleyenlere doğru kendini bırakır. Bu durum aynı zamanda soyunun devamı için de zaruri bir süreçtir. Meyvenin merkezindeki çekirdeklerin toprakla buluşmasının da yolculuğudur döküm zamanı.
İşi bitmiş bir yaşamı seçmek de, meyve dökümünü seçmek de yaş sahibinin tercihidir.
Yetmiş yılı 01 Ocak’ da geride bıraktık ama işi bitmişlerden olmaya gönlümüz razı değildir.
İnsanın kendisi ile yüzleşmesi ve bir hesap kitap yapması çok önemli değil mi? Bıktırıcı egolarımı beslememek kaydı ile gerekli olduğu zaman bu muhasebeyi yaparım. Hele de 70 yaşını devirmiş halde iken…
Karşımdaki Osman Hoca bana diyor ki; “kaçmak için uydurulmuş mazeretleri bırak da sen meyvelerini ihtiyacı olanlara ulaştırmaya bak. Fakat bunu yaparken de onlara en çok kendinin ihtiyacı olduğunu da unutma. Sen ne bir bilgesin ne de bir öğretmen. Yaşam için bazı renkler öneren bir garipsin. Öneri sahibi olmak için ise yetkin olman gerek. Yetkinliğin kararı ise sana ait değildir. Sen her zaman eksiksin. Meyvelerin bir kısmını da kendine ayır ki eksikliğine karşı tedarik olsun. Yaşadığın toplumun vicdanı en şaşmaz terazidir. Sen benliğine değil, hiçliğine teslim ol yeter. O zaman 70 te de, seksen de de ve dahi doksan da da ağacın meyve vermeye devam eder.
Yetmiş yıl önce Türkmen Ovası’ nın tozlu ve kumlu bir köyünde başlayan yaşam serüvenimiz, insani gelişimin ortalama beş bin yıllık bir sürecinin bir asra sıkıştırılmış halini yaşadı bizim kuşağımız. Karasabandan yapay zekâya koşan bu zaman dilimi, zaten aklımızı koruyarak göğüsleyebildiğimiz bir süreçti. Aklımızı korumak öyle iki kelime yazıvermek kadar kolay değildi. Çünkü bu toplu yolculuğun hudutsuz bir gelişmeye mi yoksa sonumuzu getirecek bir karadeliğe doğru mu gittiği belli olmayan ve muhtemel sonuçlarını her ölümlünün akıl sağlığını koruyarak karşılayabileceği bir yük değildir.
Kitaplar ile çok küçük yaşlarda başlayan arkadaşlığımız, yılar ilerledikçe daha bilinçli seçimler ile devam etti. Diktiğim fidanın yavaş yavaş büyüdüğünü gördüm. Meyve gözlerini oluşturmaya çok emek verdim. Ne yazık ki, okuma ve düşünme ameliyesi ile başı hiç de hoş olmayan egemenlerin zamanına denk geldik. Yetmiş yılda bu durum hiç değişmedi. Hatta sürekli olarak geriye gittik. Anladım ki, yönetici olarak cahil, zayıf bir zavallı iseniz herkes size potansiyel düşmandır. Okumak ve düşünmek ise o düşmanlığı beslemek için yakılan ateşi harlamaktan ibarettir. Öyleyse bu ateş sönmelidir. Kitaba ve okuma- düşünme- yazma ameliyesine ne büyük engel bu olmuştur.
Öncelikle bu düşmanlığın halkımıza sirayetini en aza indirmek için savaştım. Bizi yönetenler onca zulüm ve baskılarına rağmen gidecekler ama milletimiz kalacaktır. Düşmanlık üreten bir sistem ise milleti kendi karanlık çukuruna sürükler. Zaman ilerledikçe düşmanlık üreten sisteme karşı aldığım tavırdan daha çok şeyler bekledim ve onun için daha çok adımlar attım.
Ne kadar yol aldım, ne kadar anlaşıldım bilemem ama ben yapmam gerekeni her türlü eleştiri ve hasımlığı göze alarak yaptım. Özellikle bizim mahalleden.
Kutuplaşmış bir dünyada millet doğru olanı değil kendisinden bildiğini dinler. Dinlediğinin gerçekten kendisinden olup olmadığını bile sorgulamadan. Bu bir korunma içgüdüsüdür. Yıkıcı etkisi ise çok yüksektir.
Egemenler bu yıkıcı etkiden hoşnutturlar. Çünkü kavga ve kaos onların egemenliklerinin devamını besleyen en değerli unsurlardır.
Yazdığım her şeyde halkıma hep bunları anlatmaya çalıştım.
Yaşam, renklerin uyum ve kardeşliği ile daha zengin ve daha anlamlıdır. Renkleri karıştırarak neredeyse sınırsız sayıda yeni renkler elde edebilirsiniz. Bu zenginliğe tek direnen ise insandır. Onun bu direncini bir şekilde kırmak gerekmez mi? İşte gücüm oranında bunu yapmaya çalıştım hep.
Toplumların kardeşliği. Milletin kardeşliği. Milletlerin kardeşliği…
O nedenle Zamanın Nefesi adlı kitabımın önsözünde “…artık ölüme daha sükûnetle merhaba diyebilirim” diye yazdım.
70 yaşımın en büyük sürprizi ve belki de nasibimizde varsa yıl boyu yaşayacağım en büyük mutluluğu ise Uyanış Gazetesi ve sahipleri değerli iki cihan kardeşlerim Ahmet ve Yasemin Küçükcicibıyıklar’ ın hazırlayıp yayınladıkları videoydu.
Yaşarken size “seni seviyorum” demekten aciz olanların, öldükten sonra büyük büyük ifadeler ile anması çok da anlamlı değil galiba. En değerlisi, en sıcak sesinizle ona bunu yaşarken söyleyebilmek değil midir?
Videoyu yapan değerli kardeşlerim Ahmet ve Yasemin başta olmak üzere, eşim, çocuklarım ve dostlarıma gönül dolusu sevgi çiçekleri sunuyorum. Sağolun, varolun.
Duam odur ki “Allah’ım! aklımı ve zihnimi açık tut ki yapmam gerekenleri yapabileyim.” Gerisi emanetin nasıl korunacağına bağlı.
Bizler senin gölgende 70-80-90….uzayıp gitsin amcam.Kocamannnn sarılıyorum
"70 mi?" Aaa! Oldum. Sizin gibi, aklı, dili, kalemi sağlıklı 70. yaşımı görmeyi diledim kendime. Pardon bu sizin doğum kutlamanızďi. O zaman yeni yılda bol çaylı, simitli, sohbetli sağlıklı günler diliyorum. Ben de olacağım tabii ki... Saygılar, sevgiler...
Bu toplumun senin gibi meyvalı ağaçlara çok ihtiyacı var sevgili hocam. Allah'ım sağlıklı, huzurlu, bereketli bir ömür versin sana inşallah..!