Bireyler arasındaki borç ilişkilerini düzenleyen borçlar hukukumuzda irade serbestisi ilkesi önemli bir yer tutmaktadır. Bu ilke, bireylerin iradelerinin üstün tutulması gerektiğini, hukuki ilişkilerin yorumunda tarafların gerçek iradelerinin esas alınması gerektiğini ve bu iradelerin kanuni durumlar dışında sınırlandırılmamasını ifade etmektedir. İrade özerkliğinin bir sonucu olarak da taraflar sözleşme yapmakta, sözleşmenin içeriğini belirlemekte ve sözleşmeyi sona erdirmekte özgürdürler.
Ancak tabi ki her özgürlük sınırsız olmadığı için irade serbestisi de kanundaki bazı hallerle sınırlandırılmıştır. Örneğin; taraflar sözleşmenin içeriğini diledikleri gibi belirleyebilseler de ahlaka aykırı bir sözleşme yapamazlar. (Fuhuş sözleşmesi/organ ticareti) Yine bir sözleşme kural olarak şekil zorunluluğuna tabi değilse de taşınmaz satışlarının resmi şekilde yapılması zorunludur. Türk Borçlar Kanunundaki bu sınırlardan bir diğeri de kanun koyucunun, sözleşmenin zayıf konumunda bulunan tarafı korumayı amaçladığı gabin (aşırı yararlanma) halidir. TBK/28’e göre bir sözleşmede karşılıklı edimler arasında açık bir oransızlık varsa ve bu oransızlık taraflardan birinin zor durumda kalmasından veya düşüncesizliğinden ya da deneyimsizliğinden yararlanılmak suretiyle gerçekleştirilmiş ise zarar gören durumun özelliğine göre sözleşmenin iptalini isteyebileceği gibi edimler arasındaki oransızlığın giderilmesini de isteyebilir.
Bu sayede kanun koyucu taraflardan birinin kötüniyetli bir şekilde diğer tarafı sömürmesini engellemeyi amaçlamaktadır. Ancak dikkat edilirse salt edimler arasındaki aşırı oransızlık doğrudan aşırı yararlanma halini doğurmamaktadır. Zira liberal ekonomik sistemde her zaman, sözleşmedeki edimler arasında makul bir oranın bulunması aranmaz ve beklenmez. Taraflardan birinin daha fazla avantaj elde etmesi bu sistemin zorunlu bir sonucudur. Fakat kötüniyeti korumayan hukuk sistemi gabin kurumuyla bu duruma bir kısıtlama getirmiştir.
Deprem afetinin yaralarını sarmaya çalıştığımız şu günlerde fırsatçıların bu olaydan nemalanmaya çalışmaları gabinin güzel bir örneğidir. Bu doğrultuda deprem bölgesinden göç eden veya depremzede bir vatandaşın içinde bulunduğu zor durumdan faydalanmak amacıyla fahiş kira bedeli talep edilmesi, yapılan satış sözleşmelerinde depremzede vatandaşın mallarının yok pahasına alınması gibi hallerde şartları oluşmuşsa gabin ve diğer hukuki kurumların devreye girmesi kaçınılmazdır.
Elbette önceki yazılarımızda da defaatle vurguladığımız üzere diğer hukuki imkanlarda olduğu gibi gabin için de birtakım şartların gerçekleşmesi aranmaktadır. Bu şartlar Yargıtayın da belirttiği gibi objektif ve subjektif unsur olarak iki şekilde incelenmektedir. Gabinin objektif unsuru denildiğinde anlaşılması gereken edimler arasındaki aşırı orantısızlık halidir. Yani tarafların borçları karşılaştırıldığında herkesçe kabul edilebilen açık bir dengesizlik hali bulunmalıdır. Bu dengesizlik ise sözleşmenin yapıldığı tarihteki piyasa şartlarına göre belirlenebilecektir. Misal olarak benzer taşınmazlar için emsal kira fiyatlarının 5.000 TL olduğu bir bölgede bir taşınmaza 10.000 TL kira talep edilmesi yahut 200.000 TL piyasa değeri olan bir aracın 80.000 TL’ye satılması gibi. Tam bu noktada üzerinde durulması gereken bir diğer konu ise gabin incelemesinde ilk olarak objektif unsurun varlığının araştırılmasıdır. Çünkü edimler arasında oransızlık bulunmuyorsa diğer şartları incelemenin herhangi bir faydası da olmayacaktır.
Gabinin sübjektif unsuru ise edimler/borçlar arasındaki bu dengesizliğin taraflardan birinin zor durumda kalması, düşüncesizliği veya tecrübesizliğinden kaynaklanması gerektiğidir. Aynı zamanda diğer taraf bu halleri biliyor ve bu halden faydalanmaya çalışıyor olmalıdır. Aksi halde söz konusu durumlar bilinmiyorsa sömürme kastından bahsedilemeyeceği için gabin şartları da oluşmayacaktır. Düşüncesizlik ve tecrübesizlik hali soyut bir kavram olduğundan gerçekleşip gerçekleşmediğinin tespitinde Yargıtayın da kabul ettiği birtakım kriterler önemli rol oynamaktadır. Buna göre zarar görenin yaşı, sağlık durumu, toplumdaki yeri, mesleği, ekonomik gücü ve psikolojik yapısı gibi maddi ve manevi durumlar düşüncesizlik ve tecrübesizlik hali için yol gösterici olup zarar gören taraf işlemin anlam ve sonuçlarını kavrayamayacak durumda olmalıdır.
Zor durumda kalma eski tabirle müzayaka hali ise daha titizlikle incelenmesi gereken ve suistimale açık bir alandır. Hukuk Genel Kurulu bir kararında zor durumda kalmadan bahsedebilmek için zarar görenin o işlemi yapmaktan başka bir seçeneğinin olmaması gerektiğini belirtmiştir. Gerçekten zarar gören içinde bulunduğu hal sebebiyle söz konusu işlemi yapmak mecburiyetinde olmalıdır. Darda kaldığı durum için zarar görenin bir kusurunun olup olmaması da önem arz etmez. Örneğin; borçları sebebiyle sıkışan birinin taşınmazını çok düşük bir fiyata satması, hali hazırda yaşadığımız deprem felaketi, hastalık hali… vs.
Yukarıda açıklanan objektif ve subjektif unsurların oluştuğu bir ortamda karşı taraf bu durumu bildiği halde sömürmek amacıyla bir işlem tesis ederse zara gören gabine dayalı olarak sözleşmeyi iptal edebilecektir. İptalle birlikte sözleşme geçmişe etkili olarak ortadan kalkacağından tarafların verdikleri şeyleri iade borcu doğacaktır. Ayrıca zarar gören sözleşmeyi ayakta tutarak edimler arasındaki oransızlığın giderilmesini ve makul bir seviyeye getirilmesini de isteyebilecektir. Zarar gören bu hakkını, düşüncesizlik veya deneyimsizliğini öğrendiği; zor durumda kalmada ise, bu durumun ortadan kalktığı tarihten başlayarak bir yıl ve her hâlde sözleşmenin kurulduğu tarihten başlayarak beş yıl içinde kullanabilecektir. Hukuk düzeni kötüniyete ve sorumsuzluklara karşı düzenlemeler yapsa da işin temelinde daima ahlaksızlığın yattığını asıl düzelmesi gerekenin bu olduğunu unutmamalıyız.