KİTAP VE SÜNNET SAVUNMASI -3-
Muzaffer CAN
Soruları kendimiz cevaplayalım:
1-İnsanlığa din teklifini ilk götürenler Allah'ın peygamberleridir. Bizim dinimizi bize teklif eden de Hz. Muhammed’dir. O çağının insanına “ey Mekke’nin eşrafı beni dinleyin, Allah'ın bir dini var ki sizin şu dininizden daha hayırlıdır ” diye ilk defa ortaya çıkınca Mekke uluları ona “din nedir? Diye bir inkarla cevap vermediler, çünkü kendileri inanmamalarına rağmen Hz. Adem ve Havva kıssasını peygamberliği ve kitaplarını biliyorlardı. Aralarında ona güvenli Muhammed demelerine rağmen böyle bir teklifi ancak krallar, zenginler ve onlara seviyece denk biri teklif eder diye düşünüyorlardı.
Hz. Muhammed ise öksüz, yetim, fakir, okuma yazması olmayan, taraftarı bulunmayan, peşinde ordusu bulunmayan sadece herkesin güvenini kazanmış biri olarak İslam davetine başlıyor ki kimse bir geçerli itiraz edemiyor. O yılları Buhari'nin baş tarafında vahi kısmında anlatılır.
2-Mekkede Hıra dağında melek geldikten sonraki günlerde kendisine gelen meleği haber vermiş Müddessir ve müzzemmil surelerini okuyarak Peyğamber olduğunu bildirmişti. Fakat dağa yalnız tırmanmış, içindeki duyguları kimseyle paylaşmamıştı. Buna rağmen peygamberlik iddiasında bulunmuştu. Fakat melek üç seneye yakın bir süre gelmemişti. Bu sıra Mekkelilerden pek çoğu “Rabbi Muhammedi unuttu” gibi sözlerle alaya alıyorlardı. Bu çile dolu üç yılı bitiren Muhammed (A.V.) Allah’tan gelen her şeyi onlara anlattı. Lütfen buraya dikkat edelim, Muhammed onlara anlatırken. “Bana bir gece melek geldi ve İkra suresini okudu” derken yanında ne şahidi vardı ve ne bir cin ve insan. Çükü kitabın gelişine kendisi bile şahitliği zor yapıyor ve; vahi sana nasıl geliyor?” diye soran ashabına “bazen bir zil sesi gibi bir şey duyarım, duyduğumu hiç unutmam bellerim, kendime geldiğim vakit onları ezberden söylerim” dediler.
Hulasa Melek ona gökler ötesinden kitap getirirken hiçbir gören olmamıştır.
Kimse ben göklere yükselip Levhi Mahfuza çıktım diye bir iddiada bulunmadı,
Cevaplar hep “yok” demekten ibarettir, o zaman Muhammed sav in yegane şahidi de ancak kendisidir. Öyle olunca da su soru sorulur:
“Nasıl olur da Hz. Peygamber hiçbir şahidi bulunmayan bu dini tebliğinden 50 sene bile geçmeden, daha sahabeler devri sona ermeden, isteyerek hiçbir kan dökmeden bütün Arabistan'ı, Ürdün'ü, Suriye'yi, Mısırı, Irak'ı, İran'ı, Afganistan'ı ve Türkistan'ın yarısını nasıl oluyor da Müslümanlıkla tanıştırabiliyor?
Hem de “Lâ ilâhe illallah” deyin, acemin ve kayserin mülkü size teslim olsun” derken henüz yanında yüz kişi yoktu. Peki söylediği olmadı mı? Oldu daha da ileri gitti.
Kardeşlerim! İyice ama çok iyice düşünelim Muhammed sav. Nasıl başardı bu imkansız daveti. Onun biricik silahı, tankı topu , askeri her şeyi onun “DOĞRULUĞU” idi. Zira peygamberliğinden önce de asla yalan söylememiş, kimseyi aldatmamış, hiç kaba şaka yapmamış, dilini gösterip “buna garanti veren cenneti garantilemiştir” buyurarak dilin en önemli fonksiyonuna işaret etmiştir. Doğru olmak, doğru yerde bulunmak, doğru söylemek, doğru görmek, doğru yolda olmak, doğru düşünmek ve de doğrudan yanda olmak. Bunun için günde kırk defa hem de namazda “İhdines Sıratal müstekıym- Göster bize doğru yolu” diyerek doğruluğu doğru yolda istemek!
Bunu isteyebilmek ise kibirden enaniyetten, gösterişten, alayişten ve ilim ukalalığından vazgeçmeğe bağlıdır. Yanız doğruyu ben söyleyebilirim, doğru hep benim dediklerimdedir, mantığı iyi değildir. Odun gibi doğruluğu değil gönül alan doğruluğu istiyoruz. Şimdi Kur’an hakkında ifrat ve tefrit yapanlara gelmiş olduk, inşa Allah bu konuda bende yanlışa düşmem ümidindeyim. Bu konu devam edecek.
Gerçekten çok güzel bir yazı olmuş bu konu devam edicek diye sonunda yazılmış ama ben bulamadım sayfa linki mi kuruk acaba yardımcı olur musunuz. bu arada uygun uçak bileti için beni ziyaret edin.