Ne zaman gözlerimi kapatıp maziye doğru irtifa kaybetsem, 87 model bir dizel Ford transit sesi yankılanır gönül çeperlerimde. Ya da sürücünün yanındaki motor kapağının üzerine en az iki kişiyle oturulan 82 model bir Fiat 50 NC şekillenir ufkumda. Çocukluğumla özdeşleşen bu araçlar canlı renkleri ve kaportasındaki düz çizgilerden oluşan desenleri ile hep dikkatimi çekerdi. Köy yerinde doğmuştuk, köy çocuğuyduk. Şu yalçın dağların ardında bir şehir vardı, hem de parkları, bahçeleri, dükkânları, envai çeşit oyuncak satan oyuncakçıları vardı bu şehrin. Orada çocukların elbiseleri hiç tozlanmazmış, hiç yamalıklı elbise giymezmiş çocuklar. Bayram kıyafetlerimize benzermiş onların gündelik kıyafetleri. Bize böyle anlatmışlardı şehri. Hep hayal üstü idi. Hep hayal ötesiydi. Öyle her zaman şehre gidilmezdi köy yerinden.
Şehre gitmek ayrıcalıktı. Şehirden gelen hep ayrıcalıklıydı. Şehirde bazı günler kurulan semt pazarlarında yoğurt ve süt satmak, kazanılan parayla da öteberi almak için köyden şehre gidilirdi. Dem öyle bir demdi ki, her evin önünde bir araba olacağı hayal bile edilemezdi. Araba, sayılı kişide olurdu köy yerinde. O yüzden şehre giden dolmuşlar bizler için dışa açılan bir pencere sayılırdı. Şehirden gelenlerin elindeki dolu fileler, hep ilgimizi çekerdi. Bize göre şeker ve oyuncak doluydu içi. Ne zaman kursağımızda kalsa hevesimiz, o zaman anlardık, yok demenin ne olduğunu ve hiçi.
Biz, çocuk yüreğimizle bir dolmuş yolculuğuna çok şey sığdırabilenlerdendik. En doğal klimayı bu araçlarda tanımıştık. Sıcak yaz günlerinde başımızı dışarı çıkarıp saçlarımızı rüzgâra bırakmak, ellerimizle o yüksek hava akımına dokunmak çok farklı bir şeydi. Üsteki yükü içindekilerden ağır olan bu araçların teyplerinden çalınan türküler bize Anadolu’da olduğumuzu bir kez daha hatırlatırdı. O yıpranmış koltukların ayrı bir kokusu vardı. Tozlu camlara burnumuzu dayayarak gördüğümüz her manzarayı zihnimize kazırdık. Bedenimizi çocuk yüreğimizle zapt etmek öylesine zordu ki, çoğu zaman annelerimizin kaşları çatılır, “dölek durun, ayıplarlar sizi “diyerek onların kılıç gibi keskin uyarılarına maruz kalırdık. Bu dolmuşlar, bu yılların yorgunu minibüsler hayatımızın en desenli hikâyelerini teşkil ederdi. Şehre ulaşmak için hepimizin ayrı bir senaryosu olurdu. Motorunun çalışmasıyla harekete hazır olduğunu kesik kesik korna sesiyle koca köye duyuran dolmuşların koltukları birer ikişer dolmaya başlardı. Her dolan koltuk, oyun alanımızı biraz daha kısıtlar en sonunda annemizin babamızın kucağına oturmak üzere o son boş koltuktan da kaldırılırdık. Aynı şehre beraberce gidiyor olmanın sevinciyle ses etmezdik, o son koltuktan kaldırılışımıza.
Yaşantımızın bir döneminde mutlak suretle yüreğimize dokunan, bizlerde acı tatlı hatıralar bırakan köy dolmuşları gönül dünyamızın mihenk taşlarından birisiydi. O dolmuş, bizim yaşam ritmimizi değiştirecek kudretteydi. Dolmuşa bindiğimiz andan itibaren yaşantımızın ritmi farklılaşırdı ve kendinizi bu ortamın ahengine bırakırdık. Dolmuşların tavanında sallanan püsküller bir Anadolu ritüeliydi. Ustalarının hünerli elleriyle biçimlendirdiği ışıltılı nazar boncukları dikiz aynasının altında arz-ı endam ederdi. Hatrı sayılı sohbetlerle gönüllerin ısındığı, hasretliğin giderildiği şehir yolculuklarında köye kasabaya ve hayata dair ne varsa konuşulur, havadisler paylaşılırdı. Kısa da sürse, uzun da olsa her şehir yolculuğu bir maceraydı, bir muhabbetti. Bu yolculuk insanı başka bir zaman dilimine geçirmekte, dünya telaşesi yerini dinginliğe, yarenliğe bırakmaktaydı.
İkindin sonuna doğru köy dolmuşu köyün meydanına geldiğinde ve her zamanki yerine durduğunda çocuklar dolmuşun etrafını sarar dolmuştan inecek olan yakınlarını beklerdi. Elinde delikli fileler olan kadınlar birer ikişer dolmuştan inerken yöresel örtüleri olan poşuları başlarından düşürmemek adına gayret sarf ederlerdi. Emanet bekleyenler, şoföre bir şeyler ısmarlayanlar dolmuşun etrafında adeta pervane olurdu. Köye dönen otobüsten köy meydanında inenlerin havası bir başka olurdu. Şehirden gelmek, şehrin kokusunu taşıyarak gelmek insana farklı bir eda kazandırıyordu. Bu ayrıcalıklı olma durumu, köyün tozlu yollarında ayaklarımız toza bulanana ve koyunlara yem vermek için samanlığa girene kadar, arpasının tozunu genzimize çekene kadar devam ederdi. Ertesi sabah yine kendimiz olarak uyanırdık.
Bu yılların yorgunu minibüslerin ve dolmuşların şoförleri de o dönemdeki sıkıntılarımızın sevinçlerimizin en büyük şahitlerindendi. Köy dolmuşu şoförlüğü de hafide alınacak bir meslek değildi. Onlar köy ile şehir arasındaki gönül elçileriydi. Emanet onlara verilir, onlardan emanet alınırdı. Dişi ağrıyanları, hükümet kapısına gidenleri, düğün için öteberi almaya niyet edenleri, bankada işi olanları önce onlar görürdü, onlar bilirdi. Onlar yolculuğumuzun ve yolculuk sebebimizin birer kara kutusu idi. Nedense yolcuların olmadık yerlerde inip binmesine engel olmak için kaşlarını çatık tutarlar, yolcuyla aralarına mutlak bir mesafe koyarlardı. Biz yolcular da onlarla iyi geçinmek zorunda olduğumuzu pekâlâ bilirdik.
En olmadık yerde inmek isteyen yolculara ses etmezlerdi, ancak çatılan kaşlarından ve kurşun gibi ağır bakışlarından anlardık içten içe kızdıklarını. Nedense köy meydanına kadar hiç durmadan gelmek bütün yolcuları o meydanda indirmek isterlerdi. Evi köyün girişinde olan yolcular ise, şoföre köyün girişinde inmek istediklerini nasıl söyleyeceklerini kara kara düşünürlerdi. Hele hele mahcubiyetleri yüzleri kızaran köylü kadınlar eşarplarının veya poşularının bir ucuyla ağızlarını kapatarak şoföre arka koltuktan seslenirlerdi
“Ak bacım, şurada indiriver beni. ”
Ak Bacım tamlaması bir samimiyetti, bir yakarıştı, meydandan buraya geri yürütme beni demekti. Kırma beni demekti. Ak bacım demek, kıymetli kardeşim demekle aynı ağırlıktaydı gönül terazisinde. Talep etmenin en kibarıydı. Ak bacım tamlaması köyün girişinde inmek isteyen yolcuların kendine özgü bir dili ve ahkâmıydı. Köyün girişinde inecek var demek, köşede indir demek yoktu. Ak bacım kilit noktasıydı bu işin. Ak bacım bütün düğümleri çözerdi. Ak bacımla başlayan cümle, hedefi tam on ikiden vururdu. Ak bacımı duyan şoför ise ister istemez dururdu
Şimdi, mazinin tozlu sayfalarından geçmişe doğru kayıp giderken, o köyün girişinde, o durağın başındayım. Elliye merdiven dayasam da, ben hala yedi sekiz yaşındayım. Şehirden gelse yine yorgun dolmuşlar bir ikindi vakti. Annem susamlı bir simit getirecekti, buydu benim ile eylenmiş akdi. Bekliyorum öylesine, mazi alsın götürsün beni, yüreğimin en ücralarına sinsin diyerek. Bir anne bekliyorum, dolmuştan elleri delikli filelerle. Ak bacım durağında insin diyerek.