Sanayi devrimi gerçekleşinceye kadar üretim tabiat şartları ile bağlantılı idi. Toplumlar topraktan ve sulardan elde edilenlerle varlıklarını devam ettiriyorlardı. Tarım dışı üretim el sanatları ölçeğinde kalıyordu.
Topraktan çıkan demir bile yine toprağı işleyen araçlara dönüşüyordu.
Bundan dolayıdır ki verimli arazileri, çalışkan insanları olan bölgelerde, bir de akıllı yöneticiler varsa büyük medeniyeler kurulmuştur.
İstisnaları yok mudur? Korsanlık ve ticaretle var olmaya çalışan Venedikliler ve Cenevizler bir kent devleti olmaktan öte gidememişlerdir. Bu gün esamileri okunmuyor.
Ülkemiz, Anadolu’su ve Trakya’sı ile tam bir dünya cenneti. Her türlü iklim şartlarının en güzelleri bu topraklarda. Üstelik her karışını sulayacak kaynakları ile de tam bir hazine.
Ne var ki bu toprakların insanını KAPİTALİZM belası ile tanıştırdılar.
Tarıma dayalı sanayi yerine, tarımı sanayi haline getirme çabaları kapitalistlerin ekmeğine yağ sürmektedir.
Kırsalda, köyde, hatta şehirde bahçeli evlerde yaşayanlar, kendi tüketimlerini karşılayacak malzemeleri bile sanayileşmiş tarım işletmelerinden temin etmeye başladılar.
Yüzlerce dönüm arazide çiftçilik yapanlar bile evinin ihtiyacı olan tarımsal ürünleri kapitalist sistemin tekelleştirdiği marketlerden temin etme yolunu seçiyor. “Kim koşacak tavuk, horoz peşinde” diyen köylü yumurtasını şehirden götürüyor.
Kapitalist tarımcılara hevesle tarım işletmesi kurmaya kalkan Anadolu köylüsünün gırtlağını da anında sıkıveriyorlar.
Tüm gayret ve çabası ile küçük işletmelerinde tarımsal ürünleri üretmeye çalışanlar da yine kapitalist sistemin kurduğu tezgâhta harcanıyorlar.
Bir yıl boyunca bilek gücü, alın teri ve aile ferlerinin tüm fedakârlıkları ile ürettikleri, onlara kazanç değil eziyet oluyor. Yazın kan ter, kışın buz gibi ortamlarda, tozda çamurda emek veren köylü, ürününü elde ettikten sonra bir liraya satıyor. İnce bir hesapla maliyeti bir liradan fazla olan bu ürün son tüketiciye 10-20 liraya ulaşıyor.
Görmediği, elini dahi dokunmadığı ürünleri, masanın başında, bir liraya alanlar, maliyet adı altında, yediklerini, içtiklerini, bindikleri arabalarını, tatil sefalarını, her türlü lüksünü de ilave ederek fiyatı katlıyor. Hatta gerçekte olmasa bile birkaç el değişikliği ile maliyet arttırma ve yasal kar oranlarını aşmama yolunu bile deniyorlar.
Mehmet ağa da marketten alışveriş ederken bir liraya sattığı ürünün 10-20 liraya satıldığını gördükçe hevesi kaçıyor, güveni yok oluyor.
O denize, dereye, yol kenarına ürünlerini dökenleri anlayabilmek için, o ürünün nasıl elde edildiğini bilmek gerek, onların neler hissettiklerini anlamak gerek. İnsanın gözünün bir şey görmediği, gönlünün isyan ettiği anları anlamak için o hale getiren sebepleri bilmek gerek.
Bir zamanlar kooperatifleşmeye en çok sol kesim karşı çıkmış ve kooperatifçilik bir komünist işi olarak köylünün kafasında yer etmişti. Oysa 100 üretici bir araya gelerek bir pazarlama ve temin kooperatifi oluştursa ne güzel olur.
Eh devlet baba onlara da biraz destek ve yarımda bulunuverir.
Örnek: Elma başkenti Karaman’da aynı apartmanda ali beyin 5 liraya sattığı elmayı veli bey 30-40 liraya yine aynı apartman altındaki marketten almıyor mu?
Bir grup üretici bir şirket/kooperatif oluştursa, bir mekan kiralasa, 5 liraya sattığı elmayı kira, eleman giderleri de dahil 10-15 liraya satsa…
Olmaz… Olamaz. Kim Başkan olacak değil mi? Sen fazla sattın ben az sattım olacak. Senin elman kötü benimki iyi kavgaları olacak.
En iyisi markette 30 liraya satılan elmayı 5 liraya ver bir seferde bitir. Sonra da parasını almak için tüccar peşinde koş. Belki de paranı da alama… Bir bardak soğuk su iç…
Sadece tarımda mı?
Her türlü malda bu söz konusu…
Çinli 1 dolara bir malı bizim ithalatçımıza satıyor. Oh ne ala… Türkiye’de üretimi yok ve ihtiyaç. İhtiyaç olmasa bile lüks tüketim nedeni ile cazip ürünlere olan heves nedeni ile aranan bir mal. Nakliye, gümrük, vergi (tabi bunlardan kaçıp kurtulma yöntemi var mı bilmiyoruz) ve yine en lüks harcamalarını da masraf gösterip ürünün maliyetini 10 dolara çıkarıveriyor. Son satıcıdan da bu ürün tüketiciye 15-20 dolara fırlıyor.
İletişimin çok hızlı olduğu dönemde, bir kişinin fahiş de olsa uyguladığı bir fiyat, füze hızı ve saatler içinde tüm sektörde duyuluyor ve etiketler dakikalar içinde yükseliveriyor. Hem de üç harflilerin birbirleri ile etiket yükseltme yarışında tüketici şaşkın kalıyor.
Tabi bir de çok şık manipülasyonlar… 3 al 2 öde, yarısı bizden, 2. Ürüne yüzde 10 indirim… Bir yandan tüketimi teşvik, bir yandan da “kapanın elinde kalır” teşviki…
4.50 ye ekmek satan kurum bir günde ekmeği 7.50 yapıveriyor. Kocaman da bir pankart. “Ekmekte kampanya 3 al 2 öde” Yalnız ya da 2 kişilik bir ailede kim 3 ekmek alır ki. Yüz ekmeğin 50 sini üçlü satan, geri kalan 50 ekmeği 7.50 den gazlayıveriyor. Bunun adı da pazarlama taktiği diye kayıtlara geçiyor.
Sanat Okullarını yok ettik. Küçük ve orta ölçekli sanayiyi baltalayıp kuruttuk. 10 metrelik dükkânda üretime başlayanların fabrika kurduğu günler mazide kaldı. Topluiğneden otomobile ayakkabıdan başımızdaki kaskete kadar yabancı üretim…
Peki, bunları alacak kazanç?
Sonuçta her üniversite bitiren masa başı devlette iş…
Ya da borsada beleşten para kazanmak…
Borsa oynamak.
Ve… Banka kredileri.
Kapılar yine kapitalist sermayeye açılıyor.
Gemisini yürüten kaptan…
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak… Solu gösterdiler sağdan kroşeyi vurdular.
Bakalım sonu ne olur…
20240903