(I)
“Tevâfuk” sihirli bir kelime
Tevafuk! Bence çok sihirli bir kelime… Arapça’dan dilimize girmiş. Sözlük anlamı: “Birbirine uyma, uygun gelme.”[1] Rastlantı desek olmaz mı? Olmaz! Çünkü tevâfuğun ona göre daha derin bir anlamı var. Burada ilahi bir elin rast getirmesi durumu söz konusu. Kaçınılmaz bir rast geliş bu. Kaderin ağlarını örmesi gibi. Siz buna ister tanrı deyin, isterseniz hayat; gizli bir el sizi bir şekilde karşılaştırıyor. Benim hayatımda –olasılıkla pek çok insanın hayatında da öyledir- tevâfuğun çok önemli bir yeri var. Hele hele okuyup, araştırıp, yazdıklarımda… Bambaşka dünyaların, bağlantıların açılmasına neden oluyor. Örneği bu yazının konusunu oluşturuyor. Bakalım kader ağlarını nasıl örmüş?
Cevdet Tont’tan miras
1908 doğumlu Cevdet Tont’un nüktedanlığı, hoş sohbeti, zekâ dolu fıkraları, bal küpü gibi dilinin yanında ilginç bir özelliği daha varmış. Evine misafir ettiği insanları uğurlarken veya uğurladıktan sonra kütüphanesine gider, gelişi güzel bir şiir kitabı alır, rastgele bir sayfasını açar ve giden misafirin kısmetine bir dize seçermiş. Artık ne çıkarsa bahtına!
İşte ben de Cevdet Tont’tan kalan bu mirası yeni aldığım veya bana hediye edilen kitaplarda kendimce sürdürüyorum. Bir Ağustos gecesi… Saat 02.00 suları… Odamda birkaç kitabı ve dergiyi yanıma koymuş, hangisinden başlasam diye düşünüyorum. O sıra Şahabettin Yavuzaslan tarafından hediye edilen Halit Bardakçı’nın anı kitabını elime aldım. Ve Cevdet Tont misali “bakalım kısmetime ne çıkacak?” niyetiyle bir sayfasını gelişi güzel açtım. Sonuç benim açımdan inanılmazdı. Belirttiğim gibi dileyen rast gelmiş desin, dileyen tevâvuk! Gece vakti açtığım kitaptan kısmetime 124. sayfa çıktı. Sayfanın başlığı: “Eski bir kilim ve bir Fransız profesör”dü. “Avukat Baha Kayserilioğlu’nun anısına” diye başlayan bu yazı, yaz tatilinde neredeyse tüm gün üzerinde çalıştığım, ilgimi merakımı yoğunlaştırdığım halı ve kilimlerle ilgili olunca beni çok etkiledi. Böyle bir şey nasıl olur? Olur! Kapılar açılır, rastlantılar çıkar ortaya.
El dokumasının derin ve çok renkli dünyası beni bir yaz boyunca alıp götürmüştü. Kızıllar halısı, Obruk halısı, Yörük halısı derken, bu kültürün güzelliği içinde kaybolup gitmiştim. İşte tam da böyle bir anda önüme çıktı 124.sayfadaki yazı. Buna ne demeli? Bence tevafuktan başka sözcük kullanılmaz bu durum için.
Mösyö Henry’nin keşfi
Gecenin o saatinde soluksuz bir şekilde hemen okumaya başladım. Okudukça, kafamda anlatılanları tekrar tekrar canlandırdım; heyecanım iyice arttı. Okudukça heyecana kapıldım, heyecanlandıkça okumaya devam ettim. Birazdan sizlerde okuyacaksınız ama ben ilgili yazı hakkında ufak bir özet yapmak istiyorum. Yazıda Karaman’a yolu düşen bir Fransız profesörün, ilahi bir rastlantı sonucu bir Anadolu kilimini keşfetmesi anlatılıyor. Sorbonne Üniversitesi’nde profesörlük yapan bu zat, belli ki, bizim çok merak etmediğimiz, ilgilenmediğimiz her şeyle ve her yerle ilgileniyor. Dahası Anadolu hakkında çok geniş ve derin bir bilgi birikime sahip. Konya’dan başlayan yolculuğu, Çatalhöyük’ten, Canhasan’a oradan da Karaman’a uzanıyor. “Tırnak” içinde söylemek gerekirse Karaman’a da şöyle bir uğruyor. Ama bunu “şöyle bir” le açıklamak akla çokta yatkın gelmiyor. Bu uğrama planlı bir uğrayış. Fakat kilimi keşfetmesi de planlı? Nasıl buluşuyor bu eski kilimle ve sonrasında neler yaşanıyor? İşte orasını yazının devamını Halit Bardakçı’nın kitabından yaptığım uzun alıntıdan okuyacaksınız. Yazar Fransız profesörün ismini yazık ki hatırlamıyor. Ona Mösyö Henry diye hitap ediyor. Ben de yaptığım araştırmada gerçek ismini tespit edemedim. Keşke ismini yazsaydı. Böylece o halıya doğru uzanan bir iz sürme macerası başlayabilirdi. Şimdilik bu mümkün gözükmüyor, ama merakın, araştırma arzusunun sınırı, olmazı yoktur. Arayan bulur, bulan aydınlatır. Biz şimdilik sabredelim, çünkü zaman sabretmez.
Bir gün bu profesörün gerçek ismini ve halının sonraki hikâyesini öğrenmek daha da önemlisi hayatınızda bu tür tevafukların artması dileğiyle…
Görüşürüz Mösyö Henry.
İyi okumalar değerli okuyucularım…
(II)
Halit Bardakçı’nın kısa özgeçmişi
Birazdan okuyacağınız metin Halit Bardakçı’nın “Anılar ve Yaşanmış Taşeli Hikâyeleri” kitabından alınmıştır. Alıntıya geçmeden önce Halit Bardakçı gibi kendini ülkesinin kültürüne ve eğitimine adayan bir insanın hayatından bahsetmeden geçmek olmaz.
Halit Bardakçı 1939 yılı Temmuz ayının yedisinde, annesinin ifadesiyle “Karadutların oluverdiği” bir mevsimde Ermenek’te dünyaya gelmiş. Dedesi Halil Bardakçı 11 yıl boyunca o cepheden o cepheye koşan savaş gazisi bir Anadolu insanı. Halil Bardakçı ilk defa askere alındığında eşi hamileymiş ve evladını altı yıl sonra görebilmiş. Halit Bardakçı o anı kitabında şöyle anlatıyor: “Dedemin ifadesiyle, üstte yok, başta yok. Ayakkabılarının altı delinmiş, elinden silahı alınmış, kolundan ve bacağından yaralı, yarı asker, arı sivil kılıklı kişinin ‘Gel bakayım oğlum! Senin adın ne? Sen kimsin, kimin oğlusun?’ sorusu üzerine çocuk ilk defa gördüğü yabancıyı süzerek, son derece kendinden emin bir tavırla: ‘Benim adım Hasan. Ben asker Halil’in oğluyum’ cevabını verince, ‘Asker Halil benim, ben senin babanım’ demiş.”[2] İşte böyle! Demirci Ustası, Manga başı Halil Çavuş’un kavuşma hikâyesi.
Halit Bardakçı 1965 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim bölümünden mezun olmuş. Anadolu Üniversitesi’nde lisans yapmış. Halit Bardakçı’nın 36 yıllık meslek hayatının yarısı öğretmenlikle, diğer yarısı da akademi dünyasında geçmiş. 2005 yılında Selçuk Üniversitesi’nden emekli olan Bardakçı, alanında onlarca sergi açan, ulusal ve uluslararası alanlarda ödüller kazanan ve kültürle bağını halen sürdüren, üreten, yazan bir aydın.[3] Anılar ve Yaşanmış Taşeli Hikâyeleri kitabı da o ürünlerden biri.
Kendisine sağlıklı ve huzur dolu bir ömür diliyorum. Ara başlıklar tarafımdan konulmuştur.
(III)
ESKİ BİR KİLİM VE BİR FRANSIZ PROFESÖR
"Av. Baha KAYSERİLİOĞLU’nun anısına..."
Karaman Türk Dil Bayramı ve Mösyö Henry
Yıl 1967… Karaman Lisesinde Resim Sanat Tarihi Öğretmeniyim… Orta öğretimde ikinci yılım… Aynı zamanda Karaman Kültür ve Turizm Derneği Yönetim Kurulu üyesiyim. Tarih 12 Mayıs 1967. Dernek Başkanı Avukat Baha Kayserilioğlu başkanlığında, çarşı içinde Kayserilioğlu pasajının girişindeki kendine ait avukatlık bürosunda diğer yönetim kurulu üyesi arkadaşlar Av. Orhan Tosun, Şehir Kütüphanesi Müdürü Sait Erdoğdu, Müze Müdürü Abdurrahman Erdal, birlikte olmak üzere harıl harıl çalışıyor(yanılmıyorsam üçüncü veya dördüncü kez), “Karaman Türk Dil Bayramı, Karamanoğlu Mehmet Bey ve Yunus Emre’yi Anma Etkinliklerine hazırlanıyoruz. Bir gün sonra “13 Mayısta” yapılacak programın son rötuşlarını yapıp her türlü ayrıntıyı tek tek gözden geçirip bir aksama olmaması için titizlik gösteriyor; konuşuyor, sağa sola telefonlar ediyoruz… Yurdun dört bir yanından çağrılmış folklor ekiplerinin, kutlamayı zenginleştirecek Mehmet Çınarlı, Ahmet Tufan Şentürk, Bekir Sıtkı Erdoğan, Fevzi Halıcı gibi şair ve ünlülerin; Prof. Dr. Abdülbaki Gölpınarlı, İsmail Hakkı Konyalı gibi bilim adamı ve hocaların arka arkaya Karaman’a gelmeye başladığı; hepsinin otellere, mensucat fabrikası misafirhanesine ve diğer uygun yerlere itina ile yerleştirilmeye çalışıldığı, kaymakamlık ve belediye görevlilerinin oradan oraya koşturduğu; yönetim kurulu olarak, bizim de iyice yorulup tükendiğimiz sırada paytak bir Türkçeyle “Merhaba!” diyen tanımadığımız biri içeriye girdi. Altmış yaşlarında, ince tel gözlüklü, kır sakallı, çökük yanaklı, zayıf, sade giyimli kişinin bir Fransız olduğunu merhaba deyip kendini tanıtınca öğrenmiştik. Fransızcaya ilaveten İngilizce ve çat pat biraz da Türkçe konuşuyordu. Kendisini tanıttı: Paris Sorbonne Üniversitesi’nden arkeolog-sanat tarihçisi bir hocaydı. (Adını hatırlayamadığım bu kişiye müsaade ederseniz ben “MÖSYÖ HENRY” diyeceğim, zira bu kişiyi şimdiye kadar hep böyle andım, hafızamda böyle bir çağrışımla kalmış)
Dernek çalışmalarını yapmakta olduğumuz avukatlık bürosu oldukça dardı, biz beş arkadaş neredeyse diz dize zorlanırken altıncı kişi olarak Fransız misafirin gelmesiyle büronun sahibi olan başkanımız Baha Bey telaşlandı, misafiri oturtacak yer aradı. Arkadaşlarımızdan biri yer vermek üzereyken o erken davranıp kendi makam koltuğunu misafire ikram etti, misafir her ne kadar “No!.. No!!” diye direndiyse de misafir misafirdi. Üstelik uzaklardan gelmişti. Türk misafirperverliği öyle gerektiriyordu...
İfade ettiği kadarıyla aslında o Çumra Çatalhöyük’e gelmiş Canhasan höyüğünü ziyaret etmiş geçerken yol üstü Karaman’a da şöyle bir uğramıştı… Baha Bey, o güzel ve akıcı İngilizcesiyle misafire yapmak istediğimiz etkinliklerle ilgili olarak ayrıntılı bilgiler verdi, arzu ederse kendisini misafir edebileceğimizi, ertesi günkü Dil Bayramı etkinliklerine kalıp festivali izlemesini sağlayabileceğimizi bildirince çok memnun oldu. Memnuniyetini hepimize ayrı ayrı bakıp tebessüm ederek hissettirdi...
Öksüz kilim eskisi
Ayaktaydı, yorgun görünüyordu. Daha fazla ısrara gerek bırakmamak için Baha Beyin makam koltuğuna hafif yollu ilişti... Selam verip odamıza girdiği andan beri sol elinin avucunda sıkıştırıp durduğu piposunu yakmak veya yerine koymak üzere gözden geçirdi... Bu arada telaşlandı; piponun maşasını yere düşürmüştü. Onu önündeki masanın ayakları arasından bulup çıkardı; cebine koydu, tekrar masanın altına eğildi, eğildi, daha çok eğildi... Başını kaldırıp masanın altından çıkmakta gecikince misafirimizin kalp krizi geçirmekte olduğu- nu sanıp hepimiz telaşlanıp ayağa fırladık... Biraz sonra hiçbir şey olmamış gibi doğruldu; hiç de öyle rahatsız gibi görünmüyordu. Tekrar ayağa kalktı, derin bir nefes aldı, gömleğinin kollarını ikiye katladı, gülümsemeyle karışık hafif heyecanlı bir duruşu vardı. Hiç bir şey söylemeden tekrar masanın altına eğildi, masanın altından yarı çamur, toz toprak içinde kaybolmuş, ne olduğu belirsiz çul, çuval gibi bir döküntü çıkardı. Bürodakiler hayret ve şaşkınlık içinde önce Fransız misafire sonra birbirimize bakıp kalmıştık. Mesele anlaşılmıştı... Konuğumuzun hiç üşenip çekinmeden özene bezene ortaya çıkarıp önümüze serdiği şey Baha Beyin "Ayaklarımı beton zeminden kurtarsın" diye büküp masanın altına koyduğu, ortasından dörde katlanmış, dikkatli bakmayınca ne olduğu pek anlaşılamayacak kadar eskimiş, lime lime olmuş bir kilim parçasıydı. Merakımız gitmiş rahatlamıştık. Biraz da ihtiyatla sonucun nereye vara- cağını merak ediyor, birbirimize bakıyorduk... Misafirimiz dörde katlanmış; katlar arasında sadece birkaç parça ve kopmak üzere ipleri kalmış kabaca ölçüleriyle: 90x120 cm boyutlarında, bir seccade olarak dokunmuş olduğu anlaşılan kabaca dokulu Yörük kilimini oturduğumuz sandalyeleri kenara çekerek ortaya serdi... Kenarlarını, kopan parçalarını itina ile yan yana koyup bütünü görmeye çalışıyordu. Büronun sahibi sanki biz değildik de oydu! Sabırsızlanıyorduk, misafir olan bizdik, bizlerdik! Kimse konuşmuyor, ellerimiz önden kenetli yarı şaşkın bir hal içinde bekliyorduk. Daha doğrusu "Mösyö Henry'nin" merakını anlamıştık ama ne yapmak istediğini pek anlamış değildik. Ayağa kalktı, bir hayli uğraşmış, yorulmuştu. Elleri belinde, kilimi biraz da ayaküstü seyretti, dört cepheden sırayla döne döne inceleyip bize yöneldi; sanki bir şeyler söylemek istiyordu, ama cesaret edemiyordu.
Profesör, Baha Bey'in ve işhanı bekçisi Yusuf Efendi'nin yardımıyla kilimi topladı, kaldırıma çıkardı önce sürahideki su ile yıkamaya çalıştı; olmadı. Aldılar karşıdaki parkın ortasındaki havuzun kenarına götürdüler. Üzerindeki kiri, belki de on yılların çamuruna ilaveten yüzyılların tozunu da yıkayıp temizlediler. Çarşı halkı ve yoldan geçenler merakla başımıza toplanmıştı. Bazıları konuşuyor, kendine göre yorumlar yapıyordu. Yıkama, kirden çamurdan arındırma işlemi ağır ve itinalı şekilde bir saate yakın sürdü. Kilim yıkanıp temizlen- dikçe yalnız Profesörü değil bizleri de şaşırtıyor, merak ve hayranlığımızı artırıyordu... Temizlenip durulandıktan sonra büroya getirildi, kat kat gazeteler üzerine yayılıp serildi. Kilim, daha doğrusu seccade eskisi göz alıcı canlı renkleri, motifleri, motifler arası bağlantı ve geçişleri, renk armonisi, örgüsü ve dokusuyla gerçekten harikaydı!
Balıklar derya içredir
Prof. Henry çok yorulmuş görünüyordu. Şarkiyatçı bir bilim adamı sıfatıyla konuşmaya; bizim kültürümüzün, Türk halk sanatının en soylu parçalarından birisini bize anlatmaya çalışıyordu. Seccade olarak dokunup hazırlanmış yıllarca kullanılıp eskimiş, sokağa atılmış kilimin hangi yüzyıla, hangi medeniyete ait olabileceğine bakıyor, eskimiş iplerinden, örgüsünde kullanılan motif ve nakışların kaynak ve kökenlerinden; kullanılan boyaların hangisinin oksit boya, hangilerinin hangi bitkinin yaprak ve köklerinden (kök boya), hangi yeşilin, hangi kırmızının hangi yükseklikteki hangi dağın yamacındaki bitkiden üretildiğini; bunların Anadolu'da nerelerde yetiştiğinden ayrı ayrı etraflıca söz ederek çok zevkli, zevkli olduğu kadar (utancımızı unutamayacağımız) çok özel bir ders veriyordu. Yerdeki kilim eskisinin al kırmızısı kadar kızarıp morardığımızı hatırlıyorum. Mahcubiyetimizi belli etmemeye çalışıyorduk. Sayın Profesör, doğu kültürleri uzmanıydı, anladık! Anladık ama bizler de bu toprağın çocuğu; hatta bu kilimin dokunduğu bölgenin insanlarıydık... Müzeci, Kütüphaneci, Avukat ve çok yeni de olsa bir Öğretmen, üstelik resim ve sanat tarihi eğitimi almış bir insan... Bu ülkenin okumuşları olarak bizim de kendi sanatımızın, kültürümüzün, halımızın kilimimizin özellikleri, tarihi hakkında biraz olsun bilgimiz olması gerekmez miydi? Gerekmezdi! Çünkü kendimizi tanımak, kendi kültürümüzü kendi milli değerlerimizi öğrenmek yerine Avrupa'nın, Amerika'nın dağlarını, nehirlerini öğrenmek, öğretmek bizim gibi ağır aksak gelişen ülkeler için daha önemliydi. Çağdaş ve akılcı olmayan eğitim programları ve yabancı hayranlığı ile geçen bir eğitimimiz olmuştu maalesef...
Kıymet bilene giden kilim
Tekrar kilime ve Fransız Profesöre dönmemiz gerekirse; Mösyö Henry'yi o gün ve ertesi gün misafir ettik. Mahcubiyetimizi kapatmak, kilim konusunu o kadar da önemsemediğimizi (güya!) göstermek için olsa gerek Baha Bey "Mösyö, Karaman ve Türk Dil Bayramı anısına arzu ederseniz o kilimi size armağan edebiliriz" deyince Profesör sanki böyle bir teklifi bekliyormuş gibi heyecan içinde, "Çok teşekkür ederim. Çok sevinirim." diye oturduğu sandalyeden fırladı... İki eli havada Baha Bey'e yaklaştı ve tekrar teşekkür etti, kilim hakkında bilgi vermeye anlatmaya devam etti. Söz konusu kilimin 12/13. yy. Selçuklular devri örneklerinden biri olabileceğini, benzerlerini Konya Alaaddin Camii'nde gördüğünü söyledi. Karaman'dan ayrılışından on beş-yirmi gün sonra seccade eskisi kilimin muhteşem bir tablo görünümünde, güzel bir çerçeve içinde, Paris'teki evinin kütüphanesine asılmış şekliyle çekilen fotoğrafını Baha Kayserilioğlu'nun adresine yollamayı da ihmal etmemişti... Yıllar onu dokuyan, ona can veren; üzerinde namaz kılıp ibadet eden nicelerini eskitmiş olsa da onu yok edememiş, hatta o, eskiyip parçalandıkça daha da güzelleşip değerlenmişti sanki.
Kıssadan hisse
Yıllar sonra da olsa burada bir gerçeği ifade etmem gerekirse o kilim olayından çok etkilenmiştim. Daha sonraları sanat çalışmalarımda, halk sanatlarımız, özellikle kilimlerimiz esin kaynaklarımdan biri olmuş, yaptığım resim ve rölyeflerde yansımasını bulmuştur O gün bu gündür nerede bir kilim görsem; "camide mescitte, köy evlerinde, Yörük obalarında, yazlık evlerde serilmiş ya da balkonlardan havalandırmak için sarkıtı verilmiş" asla durup bakmadan geçemem! Yanımda makinem varsa resmini çekmek isterim. Onların hepsini "en doğal, en özgün" sanat eserleri olarak görürüm.
Çünkü onlar, çoğunun okuyup yazması dahi olmayan Yörük kadınlarının, gelin ve kızlarının yüreğinin efsanesidir... Çünkü onlar, Anadolu'nun yaylalarında, yüce dağ başlarında harmanlanan duyguların usta bir ressam becerisinde tezgâha dökülenleridir... Izdırabını, neşesini, yaşama sevincini özgürce, içinden coştuğu gibi şekillendiren Türkmen soyunun yaratma ve yaşatma duygularını ilmek ilmek dokuyup insanların gözüne, beynine ve yüreğine bin bir renkle nakşeden; nasırlı ve becerikli ellerin eseridir…
[1] https://sozluk.gov.tr/: tevafuk
[2] Halit Bardakçı; Anılar ve Yaşanmış Taşeli Hikâyeleri; sayfa:9, Ankara, 2013
[3] A.g.e.
Yorumlar
Kalan Karakter: