HASAN ÖZÜNAL
GAZETECİ-YAZAR
Etrafımda kıpırtılar var. Çok farklı bir mekânda gibiyim.
Ne olduğunu anlayamayıp soruyorum: “Neler oluyor”
Daha cümle tamamlandığı an suratıma bir dipçik iniyor ve yabancı bir dilden “Türkçe yok. Konuşma Türkçe” diye.
“Nasıl konuşmam. Yunus’un, Mehmet Beyin memleketindenim. Tüm dünyaya –GEL- diyen Mevlana’nın…” Dipçikler devam ediyor. “Allah’ım” diyorum. Dipçikler artıyor. “Din yok, iman yok, Allah yok” diyorlar.
Az ilerde her konuştuğunda ağzına terlikle vurmayı istediğim bir siyasi lider görüyorum. O benim vurmak istediğim ağzından erimiş kurşun dökmeye kalkıyorlar. Koşuyorum. Avcumla kurşuna engel olmaya çabalıyorum. Engel oluyorum.
Bir başka köşede, her fırsatta dinime, diyanetime, hacıya, hocaya laf eden, hakaret eden, hatta küfreden birisini görüyorum. Ellerinde zincir, ayaklarında pranga, boynunda kocaman bir gülle. Kan revan içinde. Koşup çözmeye çabalıyorum.
Ayağım bir taşa takılıyor. Dikkat ediyorum işlemeli, çinili bir taş. Bir de bakıyorum bir selatin Cami yerle yeksan edilmiş. Mihrap yıkık minber ayaklar altında.
İlerde bir kalabalık var. Dikkat ediyorum. Hemşerim, arkadaşım, dostum, köylüm, kentlim. Hepsinin ağızları bantlı, gözlerinde siyah paçavralar bağlı. Birileri kırbaçlıyor.
İyice netleşince görüyorum ki onlar arasında haçlıya uşaklık eden, Vatanıma, Milletime düşman olanların aramızdaki uşakları, ajanları ve köpekleri de var. Üstelik en çok kırbacı onlar yiyor. Hem de kırbacı vuran bağırıyor: “Kendi ırkını, milletini, vatanını, bayrağını satan köpekler” diye.
Üzerindeki yazıları kazınmış, mermilerle delik deşik edilmiş, resmi bir bina olduğu anlaşılan bir bina var az ileride. Duvarında, -vatan, millet, özgürlük, bağımsızlık, hürriyet, adalet, fikir ve düşünce özgürlüğü, insan hakları, din, iman, barış, kardeşlik ve yaratılmışa saygı- ifadeleri altın yaldız ile yazılmış, pırlantalarla da süslenmiş… Ne var ki her birisinin üzeri kalın siyah boyalarla karalanmış, tahrip edilmiş, her birisinin hemen yanına gavurun dili ile “yok” yazılmış…
Kim bu zulmü yapanlar, anlamaya çalışıyorum. Bir haç işareti görüyorum. Sonra dost ve müttefik dediğimiz ülkenin ve onun yandaşlarının askerleri, kara cübbeleri içinde şeytani bakışlarla sapkın dinlerin din adamları, başlarında kipaları ile her türlü ahlak değerini hiçe sayan kendi ırkından başkasına yaşam hakkı tanımayan lanetli bir ırkın mensupları.
Tüm bunlara rağmen bedenimde hakim olamayacağım kadar büyük bir güç beliriyor. Bir direnç yükleniyor tüm hücrelerime. Omuzuma bir el değiyor. Bakıyorum bir dost daha var. Gözleri çakmak çakmak. Yumrukları sıkılmış, dişleri kenetli. Ama yüzünde bir destan kadar anlamlı ifadeler. Sonra bir dost, bir dost daha derken, karanlıklardan tüm dünyayı saran bir nida yükseliyor. Net seçilmese de bembeyaz giysiler içinde, elinde nur saçan bir kitap ile bir piri fani sesleniyor: “ALLAHU EKBER”
Ter ve ateş içinde uyanıyorum…
Kâbusun etkisi ile dilim lal, bedenim halsiz. Bir süre kendime gelemiyorum ama sonra tüm gücümle secdeye kapanıp şükrediyorum. “Bu mübarek gecenin yüzü suyu hürmetine: O üstü karalanan değerlerimizi bizden alma, dışarıdakilere güç, içimizde de onlara satılmış köpeklere imkân verme Ya RABBİM” diye dua ediyorum.
Hava almak üzere pencereye gidip, soğuk da olsa camı açıyorum. Karşı apartmanın balkonunda ay yıldızlı bayrağım, soğuk ve karanlık sokaklarda tek tük işe giden vatan evlatları, huzur ve güven içinde uyunan evlerin perdeli pencereleri, hatta gecenin gezginleri sokak köpekleri bile korkusuz gezmekte.
Tam o anda da o yüzünde nuru eksik olmayan tanıdığım bir hafız kardeşim saba ile sabah ezanına başlamıyor mu?
Şükrüme iki damla gözyaşı ilave oluyor.
Rabbim bu Milletin üzerinden korumanı eksik etme…