Karaman'da Ramazan Sohbetleri (18)

TAKİP ET

 'Ruhu doyanın karnı zaten doyar' der büyüklerimiz… On bir ayın sultanı Ramazan ayı birazda iç dünyamızda hasbıhal ayıdır. Bu ramazan ayında birbirinden değerli konuklarımızla ruhumuzu doyuracak sohbetler ile Karaman'da eski ramazan geleneklerine birlikte ışık tutacağız.

Varlık âleminde her şeyin bir kalbi vardır. Senenin kalbi de ramazandır. Ramazan hatıraları yüzümüzde hep tatlı bir tebessüm... Ramazan ayı bir dingin mevsim, en çok da kalbin orucu! Birlikte iyileşmenin yollarından biri...

İstedik ki ramazan sohbetleri; hem bizleri iyileştirsin, hem de ruhumuza iyi gelsin.

Karaman’da Ramazan gelenek ve göreneklerimizi birlikte kayıt altına alacağımız konuklarımız bakalım ne Ramazan hikâyeleri anlatacak?

Ramazanın gelişini bize ne hatırlatır? Çocukluğumuzun ramazanları nasıldı? Konuklarımızla birlikte Karaman’daki Ramazan hatıralarımıza birlikte ışık tutmaya devam ediyoruz.

Bugün ki konuğumuz Türk Ocakları Karman İl Başkanı, Yunus TURAN.

Yunus TURAN, Ramazan ile ilgili düşüncelerini ‘Uyanış Ramazan sohbetlerine’ anlattı.

“BELKİ DE BİZ BÜYÜDÜK

Özlemini duyduğumuz, bu zamanlarda hasretle andığımız o geçmiş Ramazan benim çocukluğuma rast gelir. Ve Ramazan, hayatımın en güzel yıllarını yaşadığım zamanlarıdır. O yüzden de içimde ayrı bir yeri var. 

İftarlıklarımız pembe-beyaz leblebi şekeri ve badem şekeri... Öyle çok değil, üç beş tane... Ezan okunur okunmaz bir ikisini yiyeceğiz, yemekten sonraya da kalanını yiyeceğiz, yavaş yavaş, sindire sindire... Çocukluk işte. 

Bir de Ramazan davulcusunu o mum çiçeği kokulu kerpiç evimizin penceresinden bekleyip davulcuya el sallamanın verdiği çocukluk sevinci...

Kapı komşumuz Muammer Baran abi ile gençlik yıllarımızda sahura kadar yaptığımız sohbetler...

Sonra hemen her gün akşam bize gelen misafirler, anacağımın, ablamın o akşam yemeği hazırlıkları...

Ne güzeldi o zamanlar, ne güzeldi!

Rahmetli anacığım hemen her gün bir komşuya, yaptığı çorbadan, yemekten, tatlıdan gönderir, onu gönderme işi de evin en küçüğü olduğum için hep bana düşerdi. Söylene söylene, kıza kıza giderdim yine ben götürüyorum diye.. Şimdi hatırlıyorum da o sıkıntı sandıklarımı özlüyorum. Çok özlüyorum...

Bizim Mahalle Hacı Osman Ağa mescidinin olduğu Mansur Dede Mahallesindeydi. Cengiz Tartan ve annesi Sabahat teyze gille sırt sırta... Şimdi o mescit cami oldu. Hacı Osman Ağa Camisi. Halen duruyor, yıkılmak üzereydi, hayırseverler önayak oldu, tadilattan geçirdiler. Çok güzel oldu.

Bazen Ziftli Camide kılardık ama çoğunlukla bu küçük mescitte kılardık biz namazlarımızı... Ama teravihleri hep burada kılardık ve kalabalık olur, cami almazdı. Bu küçücük mescitte kadınlara da örtüden bir yer ayrılır, kadınlar orada kılarlardı. O örtünün delik yerlerinden içeride ne yapıyorlar diye bakmaya çalışırdım da kızarlardı bana bakma diye...

Müezzinlik yarışı yapardık kendi aramızda. Çocuklar arkalarda durur ve gürültü yaparlar, büyükler de haliyle namaz sonrası kaşlarını çatar kızarlardı bize. Bazen biri kikirdeyince tüm çocuklar kikirderdik. Selamdan sonra sanki hiç bir şey olmamış, o yaramazlık yapanlar biz değilmişiz gibi gayet ciddi, hiç biri ile göz göze gelmekten kaçınarak selam verirdik. Kimi zaman yanlarına alırlardı ama arkada kalanlar yine aynı şeye devam ederdi. Eğlencemizdi bizim o...

Allah'ım ya neredeyse her gün yaşardık bunu... Belki de sırf bu yüzden giderdik teravihlere. Ve tabi sonrasında akşam karanlıkta sokak oyunları... Bir de o kadar geç olurdu ki teravihler gece 12'de çıktığımızı hatırlarım.

Mescidin yanında Tevfik Hebepçi'nin evi vardı. Şimdi yıkılmış. Ben Tevfik amcayı evliya filan sanırdım. Yanında namaz kılarken "Tahiyyat" kelimesine baskılı ve sesli okurdu rahmetli, şaşırırdım, tekrar okurdum... Nerden aklıma geldiyse... Demek ki izi kalmış bilincimde...

Bizde akşam iftar yemeğinden önce aç acına mescitte babamla birlikte namazı kılınır, sonra eve gelip iftar yemeği yenirdi, kural buydu... Haliyle iftarını açmamışsın, namaz kılmak zor gelirdi ama bir şey çok hoşuma giderdi;

İftar zamanı ezan okununca Tevfik amca elinde bir tepsi ile namaza gelenlerin oruçlarını açmaları için mescidin önünde bekler olurdu ve tepside bir gün zeytin olurdu, bir gün reçel ve ekmek olurdu... Bazen ceviz bazen kuru üzüm, leblebi, fıstık, fındık, bazen de su... İftarımızı mescidin önünde açar, sonra namazı kılardık. Bu benim çok hoşuma giderdi. Belki de sırf bunun için giderdim akşam babamla namaza...

"Teke Sakal" Fahri hocam hocamızdı, imamımızdı bizim... Allah Rahmet Eylesin. Akşamları müezzinlik en küçük ben olunca bana düşerdi. Kamet getirmezsen herkes sana bakardı yani, "niye müezzinlik yapmıyorsun, bu senin görevin, kalk!" der gibi... kalkar yapardık tabi..

Hoparlör yok, ezanı mescidin taşının üstüne çıkar okurdum. Olmadı tekrar oku, hızlı okudun der, çıkar yeniden okurdum, yine olmadı tekrar tekrar okurdum ya!

Küçük çocukların tekne oruçları... Oruca alıştırmak için sadece sabah öğle ve akşam yiyeceksin. Aralarda bir şey yemeyeceksin. Tabi karşılığı akşam iftarlık olacak. Ne olursa... İsteyeceğin bir şey yok ki, yani ömründe hiç portakalı görmemiş birinin canı portakal istemez ya, aynı onun gibi, bildiğimiz işte şeker, leblebi filan...

Çok kişi bilmez. Bizde ilk oruç tutan çocuğu, oruç olduğu o ilk gün babası veya abisi omuzuna alır, Karaman çarşısında dolaşır, iftarlık alınır ve eve gelinir. Yani yolda, sokakta omuzunda çocuğuyla birini görürseniz, bilin ki o çocuk ilk orucunu tutan çocuk, babası da ona iftarlık almaya götüren baba olurdu... Çoktan bitti bu gelenek.

Ama hiç unutamadığım şey...

Ağustos sıcağında oruç tuttuğumuzda 12 yaşlarındaymışım. Babamın hızarında çalışıyorum. İş ağır iş. Şimdiki gibi otomatik makinelerle değil, bilek gücüyle çalışıyorsun. Oruçsun ve senenin en uzun günleri, haliyle yoruluyorum ve müthiş susuyorum. O biçtiğimiz yaş kavak tahtalarının üzerinde gölgede serin serin yatıp uyumak müthiş zevkli gelirdi. Babam kızardı; "Oğlum kalk, kavak ağacı çeker!" Yani üşütürsün, hasta olursun anlamında. Kim dinler ki üşümeyi, o sıcakta üşünür mü! Yeter ki akşam gelsin.

Anacığımın, ablamın yaptığı yemekleri yiyeceğiz akşam... Daha önemlisi su içeceksin... Onu beklersin. İki de karpuz oldu mu tamamdır, bizden zengini yok.

Anlatacak o kadar çok şey var ki, inanın bitmez anlatmakla... O son güzellikleri biz yaşadık sanıyorum. Şimdi yok, yok yani, yok...

Yine Kale'den top atılıyor atılmasına da sesi eskisi gibi güzel gelmiyor. Dama çıkıp topun nasıl atıldığını seyretmiyoruz artık.

Ramazan tahinlimiz var, çorba aynı, pilav aynı da tadı o tat değil. Ne kadar uğraşsam da olmuyor bir türlü.

Havası yok, suyu yok, ruhu kalmadı Ramazanın... Sadece insanlar aç, susuz o kadar. Belki de biz büyüdük bilmiyorum. Bizim çocuklar bugünkü Ramazanı nasıl anlatacaklar hiç bilmiyorum.

Atın, araban, her şeyin olsa, o mum çiçeği kokulu kerpiç evimizin o güzelliklerini yeniden yaşayamayacağız artık. O yüzden yaşadığımız her anın kıymetini bilerek doya doya yaşamak, çocuklarımıza da güzellikleri doyasıya yaşatmak gerek!

  *

Tabi ramazan bayramı yemekleri ayrı olurdu. Tüm akrabalar bizim evimizde toplanılır ve bayram namazından sonra ilk yemeğimiz yoğurtlu çorba olur, içinde nohut olur ve üzerine mis gibi tereyağı yakılırdı. Olmazsa olmazımız zerde ve pilavdı. Zerdenin üzerine de yağ yakılırdı. Tatlının üstüne yağ yakılır mı diyeceksiniz, Karaman’ın zerdesi böyle yenir.

Ancak Ramazanın olmazsa olmazı "sarık burma" idi bizim evimizde...

Çok da zor değil yapılması;

Patatesli gözleme yapar gibi iç harcını hazırlıyorsun.

Yani patatesleri haşlıyorsun ve kabuklarını soyup püre haline getiriyorsun. Sonra soğanları yağda biraz öldürüp üzerine patates püresini koyup birlikte çeviriyorsun. Tuz, pul biber, karabiber, biraz kimyon koyup karıştırıyorsun ve soğumaya bırakıyorsun. İç harcı böyle...

İç harcı soğuduktan sonra yufkanın üzerine bir cizi şeklinde koyup yufkanın kenarından sara sara kıvırıyorsun. Sonra yağladığın tepsinin en ortasından başlayarak sarık sarar gibi dışa doğru yuvarlatarak yerleştiriyorsun. Sarık burma adı da buradan geliyor sanki. Tepsiyi bu şekilde doldurduktan sonra üzerine bolca Ayçiçek yağı veya zeytinyağı sürüyorsun. Ben çok yağlısını tercih ederim, az isteyen az yağ koyar. Sonra fırında nar gibi kızarıncaya kadar pişirilir.

Şimdi o zamanki ilkel fırınlarımız da yok, hazır yufka da yok tabi... O zamanlar, elde açılırdı. Şimdi hazır yufkadan yapıyoruz çok da güzel oluyor. Bizde sarık burma Ramazanın halen olmazsa olmazı, gelenek devam ediyor.

Sevgiyle kalın, bir iftara sizi de bekleriz efendim...”

HABER/Röportaj: Yasemin KÜÇÜKCİCİBIYIK