RESİMLİ RADYO
Yunus TURAN
Karaman'ın en eski mahallesi bizim Mahalledir. Kimler geldi kimler geçti...
Muammer abi ile tam karşı karşıya idi evimiz bizim. Hani Karamanlı olmayanlar bilmezler Muammer Baran'ı... Anlatması da zor ama kısaca herkesin meczup bildiği, aslında gerçekte bir deryadır Muammer abi...
Şimdiki Tartanlar Konağının kuzey tarafındaki iki binada da Tartanlar otururlardı. Konağın çocukluğumdaki halini hatırlarım ben... Annem komşuluğa götürürdü bizi... Kocaman ve süslü bir ev gibi gelirdi bana...
O günlerin samimiyeti, dostluğu, komşuluklar bu günlerde unutuldu gitti... Öğleden sonra mahalledeki ev hanımları birbirlerine oturmaya gider, çaylar, kekler, kısırlar, tahinli, mercimekli batırıklar yenir, sohbetler edilirdi. Oğluna kız arayan anneler, oğlunun denginde kızları gözlemlerdi...
Karamanın yerli ve köklü ailelerinin mahallesiydi bizim mahalle...
İnekçioğulları, Kayserilioğulları, Boynukalınlar, Aközler, Hebebçiler, Çelebiler, Tartanlar, Çopurlar, Keçeciler...
Hangi birini saysam... Hepsini bilirim, hatırlarım...
Ne güzel günler, ne güzel komşuluklar yaşanırdı o günlerde...
* * *
Büyük bir radyomuz vardı. Lambalı radyo derlerdi... Gecenin 12 sinde komşuların bize "Ajans Haberlerini" dinlemeye geldiklerini bilirim...
Televizyonun Karaman'a gelişi 1970'li yılların başıdır. Çocukken Televizyon için; "Radyonun resimlisiymiş... " konuşmaları geçerdi aramızda... İnanmazdık...
Bildiğimiz ilk Televizyon İnekçilerin idi. Hiç görmedim televizyonlarını ama şimdilerde yıkılan iki katlı evlerinin çatısında kocaman bir anten vardı. Onun ne olduğunu biz bilmezdik, "Radyo anteni" zannederdik... Sonradan anladık televizyon anteni olduğunu...
Mesut amcaların evlerinin karşısındaki Şerif Teyzelerin tek katlı kerpiç evlerinde kiracı olarak "Muhacirler" otururdu. Karaman şivesiyle "Macırlar" derdik.. Evin neredeyse bir metreye yakın kalınlıkta duvarları vardı... Pencerelere çiçek saksıları konur, sulanan çanaktan saksıların fazla suyu aksın diye de dışarı bakan bir boru olurdu... Hemen her ev böyledir. Çeşit çeşit çiçekler süslerdi evi... Ortanca, onbir aylık, küpeli, menekşe, begonya, mum çiçeği... Rengarenkti hayatımız bizim... Çiçekler gibi kokardı havamız bizim....
Çocukken mantar tabancasının namlusunu bu borudan içeri doğru tutar patlatır, kaçardık... Evin içerisinde bomba patlar gibi ses çıkarırdı... Yaramazlık işte... Parmağımın gücü tetiği sıkmaya yetmezdi o zamanlar.. Halen ayaktadır bu evlerin bir çoğu... Mahallede ilk televizyonu işte bu evlerden birinde oturan muhacirler almışlardı.
Televizyon dedikleri ilk zamanlar tamamen karlı ve hışırtılıydı... Sonradan anten takılınca adamlar seçilmeye başlar oldu... Herkes çatılarda antenle uğraşırdı. Çizgili pijamalarıyla kocaman adamlar damdan bağıra bağıra anten yönünü ayarlardı. Karşılıklı konuşmaları siz tahmin edin... Sonraları anten iyi çeksin diye alüminyum tencere kapağı takanlar bile olmuştu...
İlkokula yeni başlamışım... Yani 6 - 7 yaşlarındayım demek ki... Televizyon seyretmek için ölüyoruz. İkindileri İstiklal Marşı ile yayın başlıyor. Gece 12 de "Güne Bakış" haberleri ve arkasından İstiklal Marşı ile kapanıyor.
Yayın başlayınca televizyonu olan komşunun kapısında bekleşiyoruz... Bizi içeri alırlarsa giriyoruz. Almazlarsa tel kaplı pencerelerinin önünden içerideki siyah beyaz, karlı, kumandasız televizyonu seyrediyoruz...
Bir gün beni almadılar evlerine... Tüm çocukları aldılar beni almadılar içeri... Niye almadılar, ne yaptım da almadılar, bilmiyorum... Çocukluk hali ne yaparsın... Ben de pencereden seyrettim...
Anam bunu görmüş. Beni çağırdı. "Sen niye girmedin?" dedi. "Almadılar" dedim... Annemin çok kızdığını hatırlıyorum... Akşam olunca babama durumu anlattı ve "Televizyon alalım" dedi... Babam da "Alamayız..." deyince, hiç unutmam, anam kolundaki burma bileziği çıkardı babama verdi...
Ömründe hiç buzdolabı, çamaşır makinesi dahi olmayan anamın sirke satarak, pazar paralarından artırarak bozdurduğu 44 Gram burma bilezik... Üstüne de yanlış hatırlamıyorsan 200 lira kadar para koydu ve televizyonu aldı babam... Çok paraydı, çok...
Artık akşamları tüm komşular bize geliyorlar. "Selma'nın çayını içmeye geldik..." diyorlar... Bahane de ablamın güzel çayı... Ablam garibim sürekli çay demliyor. Evimiz iki oda bir aralık ama biz de çok mutluyuz komşuların gelmesinden...
Tek kanal zaten... Televizyon seyrederken Işıklar kapatılıyor, kimse konuşmuyor. Çay içiliyor, ablam garibimin kekleri yeniyor... Ablam da çok mutlu hayatından... Tek bir gün bile yakındığını görmedim... Çekirdekler çitleniyor... Reklamlara kadar her şey seyrediliyor... Reklamları bile ezbere bilirdim ben...
O günün bir espirisidir...
"Güne Bakış" haber Programının sunucusu Can Akbel'in saçları yoktu... Halk arasında "Kele Bakış" başladı der, gülerlerdi...
Kapanışta okunan İstiklal Marşından sonra biri demiş ki, "Dur bakalım kız!... Bundan sonra ne çıkacak?"... Bunu anlatır gülerlerdi...
Çocuklar arasında "Acaba onlar da bizi görüyorlar mı ki!" konuşmaları olurdu...
İşte televizyonun hayatımıza girmeye başladığı o günden sonra, İkindileri mahallede çocuklarla oyun oynamaz olduk... Televizyon alanlar bize gelmez oldu... Bir bir azaldı, gidip gelmeler, komşuluklar bitti... Kopan bağ ile o bizi biz yapan güzel kültür ve değerlerimiz de bir bir yok oldu gitti...
Sosyal-kültürel ve dini yaşantımıza, milli kültür ve değerlerimize karşı yapılan yayınlarla bu günün yeni nesli oluştu... Dallas dizisine karşı çıkan ama herkesin de seyretmekten kaçınmadığı anlayış o günlerde yerleşmeye başladı...
Şunu da söylemem lazım ki, her şeye rağmen o günün tek kanallı televizyon programları dahi bu günkü ile mukayese edilemeyecek kadar çok daha milli ve manevi değerlerimize bağlı idi....
İşte, şimdi geçmişe özlemle, bunları hatırlamak, yazmak bize düştü...
Bizim nesil zor günleri, yokluğu da gördü, güzel günleri, varlığı da...
Şimdiki çocuklar ne yapsın?
Var mı bir suçları?