BİR ÖLÜM, BİR DOĞUM
Yunus TURAN
Çirkef siyaseti sevmiyorum ben... İçinde insani hasletlerin gözetilmediği anlayıştaki siyasetin, ülkeye ve ülkenin geleceğine bir şey kazandırmayacağını düşünüyorum.
Hepiniz bilirsiniz, ailenin dağılmamasını sağlayan babalardan çok annelerdir. Genellikle anne öldüğü vakit herkes bir tarafa dağılır... Çocukların çocukları, torunları olur, her biri bir yere yerleşir, artık evlatlar torunlarının yanına gelmesini beklerler... Bayramlarda bile bir araya gelmesi zorlaşır... Anne sağ iken evlatlar torun sahibi olsalar da her durumda annenin evinde toplanılıp o ilk bayram yemeği birlikte yenir... Analar başkadır çünkü...
Babamın ölümünün üzerinden 20 yıl, anamın ölünün üzerinden de 30 yıldan fazla zaman geçti... Ama anam öldükten sonra biz uzun yıllar bağımızı koparmadık... Özellikle bayramlarda hep bir araya geldik. Adetten olduğu üzere bayram namazını hep birlikte Dikbasan Camisinde kılardık. Niyedir bilmem namaza giderken şimdiki 30 metrelik yoldan gider, namaz sonrası da eve birlikte taş sokaklı eski mahallemizden dönerdik... Yıllarca bu böyle devam etti... Ben nedensiz bir şekilde bizimkiler olmasa da bu adeti halen bayramlarda çocuklarımla birlikte sürdürüyorum...
Herkes çocuklarını sanata verirken babam o yokluk içinde bizleri okutmuştu... Artık külfetin nimetini görme zamanıydı. Abim Tarım Kredi Kooperatifinde işe başlamış, ben memur olmuştum... Ankara'daki abimin de ataması yapılmış, işe başlamıştı... Tırnaklarımızla toprağı kazıyarak, mücadele ederek iş güç sahibi olmuştuk... Allah'ın izni ile durumumuz hayli düzelmişti... Bir taraftan da yengem doğum yapacak, bir yeğenimiz olacak, onun sevincini yaşıyorduk...
Hep şükrettik... Her durumda şükrettik biz... Şükürsüz geçen bir tek günümüz olmadı bizim...
Tam işler yoluna girdi derken, birden babam rahatsızlandı. Artık yaşlanıyordu. Ömrü hep ağır tomrukların altında, hızara ağaç sürmekle geçmişti babamın... Rızkı uğruna hızarda parmakları kesilmişti de çalışmaktan yılmamıştı...
Konya Tıp Fakültesinde Doktor Hasan Solak bir gözünü bana kırparak; "Bak Mehmet amca, sigara içmeyeceksin, içersen bir daha benim yanıma gelme!" diye kızıyormuş gibi yapsa da, babam gizli saklı içmeye hep devam etti... Ne yapsak dinlemedi... Ameliyatının sonrasında bir konuşmamızda babam demişti ki, "Oğlum şurada yaşasam 6 sene daha yaşarım..." Bir anlam vermemiştim. Düşünmemiş, önemsememiştim aslında... Niye 4 değil, 8 değil de altı sene?
Ve aradan tam altı sene geçmişti. Yılların "Hızarcı Memet Ustası" artık ölüm döşeğinde yatıyordu...
Babam hasta yatarken bir gün abim rüyasında; evimizin önünde büyük ve ihtişamlı bir caminin olduğunu ve o koca caminin yıkıldığını ancak minaresinin dimdik ve sapasağlam kaldığını görür... Kendince yorumlar yapar, "Babamın herhalde durumu kötü" diye düşünür. Hemen ertesi günü yine rüyasında; o minarenin de yıkıldığını görünce, Ankara'daki abime ulaşıp, durumu anlatır ve "acele gelmesini" söyler...
Elbette doğum, ölüm, hastalık hayatın vazgeçilmezleridir. Tevekkülden başka elden bir şey gelmez. Bu dönemlerde ittifakla gözetilmesi gereken insani değerler vardır... Hassas dönemlerdir bu dönemler.
İşte öylesi bir bir dönemden geçerken... Hastalıkla, sağlıkla uğraşırken, insani değerlerden yoksun günün muktedirleri, kendileri gibi düşünmediği için abimin uzak bir yere tayinini çıkardılar.
Soruşturma, suçlama filan olmaksızın... Başarılı çalışmalarınıza da bakılmaksızın... Zarar eden bir kurumu kâra geçirdiğiniz halde...
Yıllarca aynı dava için omuz omuza mücadele edip işkencelerden geçseniz dahi... Ahde vefa göstermeksizin zulmetmeyi reva görmüşlerdi...
Hepsi bir tarafa babamın ölüm döşeğinde, sekerat halinde, yengemin de doğum yapacağı zamanda...
Bir ölüm, bir doğum... Her ikisi de bir başlangıç aslında...
O gün abimin çabasını, o mücadelesinin içinde şu sözünü unutmuyorum ben: "Keşke şimdi çıkarmasalardı tayinimi... Ne yapacaz şimdi?..."
Sürgün değildi yıkan... Zamanlamasıydı... Sürgün değildi, dün 12 Eylül işkencecilerinin cezaevinde yaptıklarını bu gün yıllarca birlikte olduğu dava arkadaşlarının yapmasıydı onu yıkan... Yapacak bir şey yok... İmtihan dünyası... Biz mücadele edelim diye Allah bize zorlukları taktir ediyorsa hiç kimseye boyun eğmeden doğru bildiğimiz yolda mücadeleye devam edecektik...
Üç günlük dünyanın fırıldıkları sanırım zulmetmekle; sizin fikrinizin değişeceğini, önlerinde el-avuç ovuşturacağınızı, yalakalık yapacağınızı, size ders verdiklerini, bundan akıllanacağınızı düşünüyorlardı... İşte ben bu yüzden bu insanları da çirkef siyaseti de sevmiyorum...
Bir hayli sürdü bu koşuşturmaca...
Bir akşam vaktiydi... Anamın adını verdiğimiz apartmanın ilk dairesindeki çocuk odasında somyanın üzerinde son nefesini verirken, kesik parmaklarının olduğu eliyle "Hakkınızı helal edin..." der gibi elimi sımsıkı sıkıyordu... Bir yandan "Allah" diyerek zikir çekiyordu... Sonra yavaş yavaş sıkması azaldı...
Ve zorlu mücadele nihayete erdi...
Ruhunu teslim ettiğinde nedendir bilmem anamın o saksının altına toz şeker attığı mum çiçeğinin kokusunu hissettim.
Yıllar geçti üstünden... Kimin yaptığı kimin yanına kaldı ki? Mutlu olabildiler mi?... Üç kuruşluk siyasetleri uğruna, makam, koltuk uğruna zulmetmeyi vicdanlarına nasıl yedirebilirler de çocuklarına nasıl anlatabilirler?
Hani hayatta insani bazı şeyler vardır ya bu günlerde hepten unutulan insani şeyler...
Siyaseti de, zulmü esas alan çirkin siyaseti de ben sevmiyorum oldum olası...