SİYASETTE NORMALLEŞME… Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti bir devrim sonrası devletidir. Bir sistem yıkılarak yerine bir başka sistem oluşturulmuştur. Yani işin içinde “zor” olan bir yöntem kullanılarak bu ameliye gerçekleşmiştir. Gerçi yüz binlerin kanının aktığı bir iç savaş olmamıştır ama eski dünyanın imtiyazlarını kaybetmek istemeyen egemenlerine karşı, devrimin doğası gereği “zor” uygulanmıştır. Tarihte bütün devrimler “zorun rolü” ile yüzleşmek zorunda kalmışlardır. Ünlü düşünür Engels bu konuyu bir kitap halinde işlemiştir. Türk Devrimini bir Fransız, Çin veya Bolşevik Devrimleri ile kıyasladığımızda neredeyse “reform” diyebileceğimiz bir ılımlılıkla uygulandığını görürüz. Ama devrim devrimdir. Kan da akmıştır, zor da kullanılmıştır. Devrimler makul bir süre geçtikten sonra yakıcılıklarını yitirirler, devrimlerin taraf saydığı kesimler yavaş yavaş birbirlerine yakınlaşırlar ve toplumun tüm kesimlerini sarıp sarmalayacak yeni ama devrimin ana fikri ile çelişmeyecek söylemler ve kurallar etrafında bir düzen kurarak yollarına devam ederler. Buna devrim sonrası normalleşme denir. Ne devrim taraftarlarının sür git “devrim kuralları” diye tutturmasının, ne de karşıtlarının “kanlı mı, kansız mı” diye toplumu tehdit ettikleri bir rövanşist dayatmanın normalleşmeye hizmet etmesi mümkün değildir. Meselâ; birilerinin her ağzını açtığında “bu cibilliyetsiz CHP zihniyeti camilere asker doldurdu, minarelerden ezanın sesini kesti” gibi asılsız astarsız suçlamaları ile toplumun bir kesimini bir başka kesimi ile sürekli olarak vuruşturma çabaları, ne de “din tüccarları, karşı devrimci hainler, bölücüler” gibi ağır suçlama ve tehditlerle aynı ayrıştırıcı dili kullanan karşıtları ile bu normalleşme sağlanamaz. Ya ne olur? Yeni bir kanlı çatışma ve uzun bir kargaşa dönemi olur. Ardından yeni bir normalleşme dönemi arayışları başlar. Ya da birbirimizi yiye yiye yok eder, yıkılır gideriz. Bunu istiyor muyuz? Evet diyenlere sözüm yok. ( Gerekçelerini az çok duyar gibiyim) Ama hayır diyenler bir çift sözümüz olacaktır. Fevzi Çakmak dindar birisi değil miydi? Camilere asker doldurdu dediğiniz zamanlar genelkurmay başkanı o değil miydi? Niye böyle bir şeyi yapsın ki? Velev ki bazı zorunluluklar ve kasıt dışı uygulamalar olmuş olsun. Niye Atatürk, CHP ve CHP’ liler suçlanıyor ki? Veya tam tersi, yıllardan bu yana birikmiş bazı toplumsal sorunları çözme iddiasındaki AKP’ ye, süreç içinde daha az hata yapması için yardım etmeye çalışmak yerine sabah akşam hain diyerek toplumu uzlaşmaz bir çelişki noktasına sürüklemeye gerek var mı? Bu örnekler çoğaltılabilir. “Dilim, senden çektiğim zulüm” diye güzel bir deyimimiz vardır. Normalleşmeye hizmet edecek bir dil oluşturmalıyız. Ağzımızı her açtığımızda bir birimize karşı kin kusarsak vallahi de billahi de mahvoluruz. Aydınlar, gazeteciler, toplumun kanaat önderleri ve de en çok devlet gücünü elinde tutanlar bir an önce bu konuya çözüm bulmak zorundadırlar. Düşmanlık dili yerine kardeşlik dilini ihdas edebilmeliyiz. Toyumuzda, halaylarımızda ortak olamazsak, ortada, salımıza ortak olacak kimse kalmamış olur. Ağır felaketler yaşayan bir kuşak değiliz. 12 Mart’ ları, 12 Eylül’ leri mumla arayacak şartları mı yaşayalım illa ki? Kardeşliğimizin değerini anlamak için Kurtuluş Savaşı şartları mı gerekli? Bu sefer o zamanki halkların dayanışmasını da bulamayız. Bir Mustafa Kemal’ i zor bulacağımız gibi… Bilelim…