SIĞLAŞTIK
Osman Nuri KOÇAK
Ağzında sakız, elinde kocaman bir cep telefonu, avazı çıktığınca bağırarak ve hikâyesini sokaktaki insanlarla paylaşarak yürüyen bir genç kız düşünün.
Kalabalık bir caddede yürüyün, bu tiplerin hiç de az olmadıklarını görürsünüz.
Başı açık olan da olmayan da aynı…
Gene cep telefonu ile ve yüksek bir tonda konuşarak dükkânınıza giren ve el kol işaretleri ile istediğini söylemeye çalışan veya telefondaki muhatabına mı size mi bir şeyler söylediği belli olmayan birisinin karşısında sinirlerinizin çektiği eziyeti bir düşünün.
Hiç de az değiller.
Kaldırımda, dolmuşta, kuyrukta yaşlı ve sakat insanları görmezden gelen bir hoyratlığı, nobranlığı görmek için hiç de fazla çaba sarfetmeniz gerekmez. Salt bunları incelemek için birkaç saatinizi ayırın saçınızı yolacağınız manzaraları gözlersiniz.
Sıradan bir spor karşılaşması, inanç, siyaset, eğitim, sanat, konu hiç fark etmez; Herhangi bir mesele üzerinde sükûnet ve olgunlukla tartışamayız. Birden ses tonları yükselir, klavyeler şakırdar, hafiften ağıra bildiğimiz küfürler sıralanır, küçümseme, alay, kinaye araya girer ve sohbet pert olur.
Rakibi düşman zannederiz.
Karşılıklı sarfedilen, yalancı, hain, şerefsiz gibi ifadeler vaka-i adiyeden olmuştur.
Yalan anlatımı bile, “hilafı hakikat” diye zerafetle ifade eden büyüklerimizin nezaketi çağlar ötesinde kalmıştır.
Adab-ı muaşeret diye bir kavramın olduğunu dahi bilmekten uzak yetiştirilen bir nesil. Yemek yemek, tertipli olmak, toplum içinde konuşmak, toplu taşımayı kullanmak, sokak ve kaldırımları kullanmak, edep sözcüğünün deruni anlamını bilebilmek, şiir, şarkı, türkü, edebiyat-sanat alanlarında cim karnında nokta kadar bilgi ve fikir sahibi olabilmek...
Ülkesini, insanını, tarihini bir bütün olarak sevmeyi öğrenememiş, ucuz mahalli aidiyetler içine hapsolmuş, Kuran’ı bilmeyen, Peygamberimizin üstün niteliklerini tanımayan, Fatih’ in devlet anlayışından, Atatürk’ ün, “Büyük Türkiye ve Sömürüsüz Dünya” özlemlerinden habersiz insanların cennetiyiz...
Necip Fazıl’ ın “Sakarya Türküsü’ nü” Nazım Hikmet’ in “Kuvay-ı Milliye’ sini” yüreğinin bütün coşkusuyla, hançeresinin bütün hüneriyle okuyarak büyüyememiş o kadar çok insan aramızda dolaşıyor ki…
Fuzûli’ yi sözlükteki “Gereksiz” zanneden, Nefi’yi, Nabi’yi uzaylı kadar uzak bilen, Yunus’ u, Karacaoğlan’ı, Dadaloğlu’ nu, Veysel’i lüzumsuz çalgıcılar gören o kadar çok insanla koyun koyunayız ki…
Yaşar Kemal’i, Cemil Meriç’i, Orhan Veli’ yi, Bedri Rahmi’ yi, Cahit Zarifoğlu’ nu, Zülfü Livaneli’ yi, Halide Edip’ i, Yakup Kadri’ yi, Goethe’yi, Tolstoy’ u, tanımayan ve büyük bir özür duygusu ile adını saymaktan onur duyacağım yüzlerce sanat ve edebiyat insanından bir damla nasiplenmemiş milyonlar var aramızda.
Hemen yanıbaşındaki hazineleri görmeyen, aynı havayı solumaktan gurur duyduğum Karaman’ ın değerlerinden, Nevzat Dağlı’ dan, Mestan Karabacak’dan, Ozan Mustafa Turani’ den, Ozan İsa Oğuz’ dan, Hasan Özünal’ dan, İbrahim Şaşma’ dan, Hikmet Elitaş’ dan, Ali Aksoy’ dan, Adem Kocatürk’ den, İbrahim Üçbaş’ dan damağına bir katre lezzet damlamamış o kadar çok insan var ki aramızda.
Meselâ, bu arkadaşlarımızdan hangisi okullarımızdaki yazar günlerine davet edilerek öğrencilerimiz ile sohbet etme ve onları sanat ve edebiyatın tılsımlı dünyasına çağırma olanağı buldu?
Okullarımızda, daha birinci sınıfta el yazısı garabeti nedeniyle yazmak eyleminden nefret ederek yetişen,
Sabah akşam test yapmaktan başka zamanı kalmayan, okuyamayan, muhakeme alanını genişletemeyen, sorgulayamayan ve karar verme yeteneğini geliştiremeyen,
En küçük bir sorun karşısında çabucak pes eden ve bir türlü reşit olamayan insanları yetiştirmeye devam edersek yukarıdaki devasa sorunlar ile nasıl baş edeceğiz?
Canım yanıyor.
Bilgi sahibi olduğu için fikir sahibi olan insanlara eskiden “derin insan” denirdi.
Bu durumun tam tersi ise sığlık dünyasını ifade eder. Karşılığı ise “Sığ İnsan” dır.
Bir ülkenin en büyük zenginliği derin insanlar, fukaralık ve zaruret nedenleri ise sığ insanlardır.
Bakın bakalım etrafınıza. Milletçe nasıl görünüyoruz?