HASAN BARAN
Küçük bir çocuk olduğum yıllarda aklımda kalan en tatlı anılardan birisidir; kurumaya yakın toplanan nohutların ateşin üstünde ütülmeleri, ne tatlı bir lezzete sahip olurdu, o hafif is tutmuş ateşin üstünde ütülen sıcacık nohutlar!..
Karaman’ın meşhur Leblebiciler Çarşısı’na koca kazanlarda döne döne kavrulmak ve tarçın kokulu leblebilere dönüşmek için arabalar dolusu nohut giderdi.
Şimdiki Belediyenin olduğu taraftaydı o zamanlar eski garaj, arabalar oradan kalkardı, o zamanlar uzun burunlu, Magiruslar vardı, Konya’ya yolcu getirip götürürlerdi. Yaz günleri çocuk şamataları ile şenlenen garajın üstünde, hiç durmadan akan bir çeşmenin yanında, sokağın köşesinde, iki katlı cumbalı bir evdi Gebik Hüseyin’in evi!.. Dışarıdan gelen herkes orada misafir kalırdı. Gebik Hüseyin’in hanımı Fadime Ana çok heybetli, aslan gibi bir kadındı, ama kabuğuna çekilmiş bir sessizlikteydi, herkesle iyi geçinirdi. Ben ufacıkken çok zengin oldukları halde halam bana sahip çıkmayıp Konya öksüzler yurduna verdi.
Benim çocukluğum öksüzler evinde çok kötü geçti. Ailesizdim, kimsesizdim. Sevgi yoktu, ilgi yoktu, yol gösteren yoktu. Sonra beni yurttan aldı fakir anneannem, anneannemler çok fakirdi. Kocası tütün kaçakçılığından hapse girmişti. Anneannemin bir ineği vardı, ineğin sütünü satarak geçinir ve bana da bakmaya çalışırdı. Sonra inek “Arabalılar” diye bir aile vardı, onların bahçesine bağlardı anneannem uzun bir iple otlasın diye. İp dolanmış boynuna inek öldü. Ben inek için günlerce üzüldüm, sonraki günlerde ise inek için komşular küflenmiş bayat ekmekler verirlerdi, anneannem onları ıslatır ineğe yesin diye koyardı, o ekmeklerden yerdim ben, o ekmeklerden yiyemediğim için üzülmeye başladım.
Çok aç karnına yattığım oldu, çok günler “Güneş İlkokulu’na aç gittim. Yolda bir iğde ağacı vardı. Onun kuru iğdelerini toplar cebime koyar onları yerdim.
Sonra İzmir’e, İstanbul’a gittim. Hem çalıştım hem okudum. Kimsesizdim. Çok okurdum, yazardım. Yazarlar, şairler sahip çıktılar bana, onların elinde yetiştim sayılır. Onyedi yaşında ilk şiir kitabım Atilla İlhan abinin sayesinde yayınlandı. Hep gülümsedim hayata ve insanlara, hep bir şeyler vermeye, iyi olmaya çalıştım. Hayatım öyle geçti. Çok haksızlıklara uğradım, çok bencilliklere, kalleşliklere maruz kaldım. Hiç yılmadım iyi bir insan olmaktan. Hep kimsesizdim, zorda kalsam el uzatacak kimsem yoktu. İlgi yoktu, sevgi yoktu. Böyle yaşadım. Fakat hiç yaşama sevincimi kaybetmedim.
O yoksullukla geçen çocukluğumda bile sevinçliydim. Elbisem onun bunun verdiği eski, yamalıydı, ama yinede müthiş bir yaşama sevincim vardı. Çocuklarla “Aç kapıyı bezirgân başı”, “Körebe” oynarken çok neşelenirdim, akşam karanlık bastırınca “Evli evine, köylü köyüne” tekerlemesini söyleyerek evlerimize koşarak girerdik.. Kız çocuklarının akşamları sokakta oyun oynamalarına pek müsaade edilmezdi, ama biz erkek çocuklar gece uykumuz gelene kadar sokakta oynardık. Fatma Abla çocuklara leblebi şeker verirdi bir güzel, afiyetle hatır hutur yerdik, bazen de dilim dilim bal gibi kavun dağıtır ve salimen insanların ömür tüketebilmesi için dua etmemizi söyler yanık sesiyle dua ederdi, bizler de küçücük ellerimizi açarak, “Amin” derdik.
Yaz günleri çocuk şamataları ile şenlenen bu sokak, kışları bambaşka bir görünüm alırdı, bütün gece yağan kar, toprak damları, kapıların önünü kapar, ancak evde oturanlar tarafından kürünerek sokağa çıkma imkanı olurdu; kar topu oynardık. Genellikle soba bir odada kurulu olduğu için, mutfak ve diğer odalar mangal ile ısınırdı, tabii ki yüksek tavanlı, toprak evler her ne kadar pencereler kâğıt ile sıvalı olsa da, mangal yetersiz kalırdı. Bunlar nerden aklıma geldi birden biliyor musunuz? Duydum ki, Gebik Hüseyin’in kızı Fatma Abla doktorların söylediğine göre dertten sigaradan felç olmuş, ona komşuları bakmaktaymış, çok üzüldüm; on yıldır felçmiş. Evine giren çıkamazdı, herkese iyilik yapardı, kendinden başka herkesi düşünürdü, bir oğlu iki kızı vardı, onlar okusun diye çok uğraşmış, saçını süpürge etmiş, oğlu doktor olmuş, kızının biri bir sarrafla evlenmiş, diğeri de öğretmen okulunu bitirip öğretmen olmuştu. Şimdi ise kapısını çalan yokmuş. Çocukları bile aylarca uğramaz, doğru dürüst arayıp sormaz olmuş. Anneannem ineği sağken onlara beni de alır, süt satmaya giderdi, evleri yakındı. Fatma Abla, anneanneme “ Gir içeri şerife sana bir kahve yapayım, der, kolundan çeker içeri alır kendi bir sigara yakar, anneannemin eline de bir Bafra sigarası tutuştururdu. Gözümün önüne, Fatma Ablanın büyük fincanlara doldurduğu köpüğü taşan kahvesini mangalda pişirişi geldi. Kimbilir şimdi o mangal nerede? Fakat eminim o mangal bir yerlerde duruyordur. Eşyalar sapasağlam duruyor da, insanlar durmuyor maalesef, bu dünya böyle işte.