HASAN BARAN
Her insanın anlaşılmak ile ilgili ürkeklikleri vardır. Bazen karşımızdakinin basit bir gülümsemesi, bazen ise uzun bir yorumuyla anlaşıldığımız duygusunu içimize yayıp huzura kavuşuruz. Anlaşılmak güzeldir, huzurlu eder, güvendir. Bir bakıma kabul etmedir. Yaşadıklarımızın yalnızca bize has olmadığının, başkalarına da bildik geldiğinin ve paylaşılabileceğinin işaretidir. Konuştuğumuz insanlarla aynı dünyada yaşadığımızın kanıtıdır anlaşılmak.
Anlaşılmak böylesine rahatlatıcı ve huzurlu iken, anlaşılmamak yalnızlık, gariplik, sıra dışılık, hiçbir yere ait olmamak ile birleştirilir. Kasvetlidir, sıkıntılıdır. Geçmişi şöyle bir gözden geçirdiğinde her insanın “Beni yanlış anladın,” “Niçin beni anlamıyor,” “Beni anlasaydı bunu yapmazdı” benzeri iç sesleri olmuştur.
İnsan gençliğinde öğrenmeli, anlamalı kendini ve insanları anlamayı. Bir tek hayatınız, fani kısıtlı ömrünüz var. Siz her şeyden çok değerlisiniz. Çünkü hayatınızın, ömrünüzün başka bir yedeği yok.
Eski Karaman’lı teyzelerin şu sözünü hiç unutmayın.
“ TANDIR TAVA GELDİ HAMUR TÜKENDİ
AKIL BAŞA GELDİ ÖMÜR TÜKENDİ.”
Karşımızdakinden bekleyip bizi anlamadığını sanıp, anlaşılamamanın üzüntüsünü duyacağımız yerde, bütün ruhumuzla karşımızdakini anlamaya çalışmalıyız, işte hayat o zaman güzel olur, insan ilişkileri uyumlu olur.
Basit insanlar, genellikle kendilerinin anlama yetenekleri üstüne çıkan her şeyi kınarlar. Oysa anlama yeteneği olan insanlar için anlamak araç, yaşamak amaçtır. Yani sevinç, yaşam, umut, erdem ve iyilikleri çoğaltmaktır.
Bir Kızılderili Atasözü şöyle der: Bana söylersen unutabilirim.
Gösterirsen anımsayabilirim.
Ama beni de katarsan anlarım.”
Bir insanı anlamak, onu anlamanın içine katmaktır. Böylece siz onu anlarsanız o da sizi anlama içine girer.
Dedem Mevlana hazretlerinin dediği gibi efendim: “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.”
Gerçekten de bir insanı gerçekten sevmek, onu anlamakla bilmekle olur. İnsan, anlamadığı şeye bilgili olamaz. Göğün her yerde mavi olduğunu anlamak için dünyayı dolaşmamız nasıl gerekmiyorsa, insanları anlamak için de çok şey gerekmiyor, önce kendimizi anlayalım yeter. İnsan ancak kendini anlaması derecesinde huzur ve sükûnete kavuşur; çünkü kendini anlayan insan, başkalarını da anlar, insanlar ile alakayı daha iyi keşfeder. Büyük Selçuklu Devleti devrinin İslam âlimi, filozofu, mutasavvıfı ve müderrisi Gazali’nin dediği gibi "Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder."
Anlamak istemedikleri için anlamayanlara gelince onlardan yüz çevirin, onlardan uzaklaşabildiğiniz kadar uzaklaşın. Onlardan yılan, akrep görmüş gibi kaçın, sizi bunalıma sokmalarına, hayatınızı bölük pörçük etmelerine izin vermeyin.
Bu konuda çok uzun zaman önce okuduğum ama hep aklımda olan bir hikâye var, onu sizlerle paylaşarak yazımı bitiriyorum efendim.
Dere tepe, dağ taş dolaşmayı çok seven tek gözlü bir adam varmış. Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş; alacalı bulacalı garip bir köy.
Yaklaşmış köye doğru. Yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün.
Köyün içine girince anlamış meseleyi. Körler köyüymüş burası. Kadınların, erkeklerin, çocukların velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri.
Gezgin tek gözlü adam karar vermiş burada yaşamaya. “Hiç değilse benim tek gözüm var” diyormuş. “Körler ülkesinde şaşılar kral olur derler. Ben de bunların başına geçer yaşarım.”
Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış. Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış.
Adam şaşkın bakıyormuş onların hallerine. Yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş.
Bir gün körlerden biri ötekilerden birinin malını çalmış. Sadece tek gözlü adam görmüş bunu. Bağırarak ilan etmiş; “Filanca falancanın malını çaldı!”
Körler; “Nerden biliyorsun, ” demişler, “o kadar uzaktan duyamazsın ki?
“Ben duymadım, gördüm,” demiş adam. “Gözüm var benim, görüyorum…”
Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış.
Uzun zaman içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
“Ne demek görmek,” demişler. “Nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlayabiliyor musun ne olup bittiğini? “Anlıyorum tabi,” demiş adam.
“İnanmayız, imtihan edeceğiz seni.” demişler.
Adamı almış uzakta bir yere dikmişler. Tecrübeleriyle eminlermiş ki o uzaklıktan hiçbir şey duyulamaz.
“Anlat bakalım,” demişler, “biz şimdi ne yapıyoruz?”
Adam anlatmış: Oturuyorsunuz, kalkıyorsunuz, koşuyorsunuz, yemek yiyorsunuz, şu şunu yaptı, bu bunu yaptı falan…
Derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar; “Hadi anlatsana…”
“İçeri girdiniz, göremiyorum ki,” demiş adam.
“Ne olmuş yani içeri girdiysek, elli santim fark var, anlat hadi anlat” demişler.
“Arada duvar var ama,” demiş adam, “göremiyorum…”
Körler, “sen atıyorsun” demişler. “Deminki tesadüftü, bak şimdi bilemiyorsun…”
“Çıkın dışarı söyleyeyim,” demiş adam.
“Bu kadar mesafeden duyduktan sonra ha içerisi ha dışarısı demiş,” körler.
“Ama ben duymuyorum, ben görüyorum,” diyormuş adam.
“Öyle şey olmaz,” demişler. “Sende bir sorun var. Saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun. Hekime muayene ettireceğiz seni.”
Adamı yaka paça hekime getirmişler. Hekim de kör tabi. Elleriyle yoklamaya başlamış. Adamın açık olan gözünü kastederek; “Buldum,” demiş, “sorun burada… Saçmalaması bundan dolayı” demiş, “şimdi düzeltirim ben onu…”
Körler ülkesinde kral olmak isteyen gezgin zor kurtarmış kendini onların elinden.
Sözün Özü: KÖRLER GÖRENLERİ ANLAYAMAZLAR. SAÇMALIYOR SANIRLAR VE ONU DA DÜZELTİP KENDİLERİNE BENZETMEK İÇİN GÖZLERİNİ ÇIKARMAYA UĞRAŞIRLAR.