“Âlimin ölümü, bir âlemin ölümü gibidir.”
Ömür kadehi dolan bir âlim
Tarihçi Necdet Sakaoğlu geçirdiği kalp krizinin ardından kaldırıldığı hastanede 85 yaşında hayata veda etti. Tarih ve kültür hayatımıza yaptığı katkılar bilenler tarafından asla unutulmayacaktır. Bilmeyenler ise zaten hiç bilmedikleri için kaybedilen değer hakkında bihaber olarak öylece yaşayıp gideceklerdir. Ölüm, bir ayrılık olsa da, Necdet Sakaoğlu özelinde bakarsak ortada bir ölüm değil, ölümsüzlük söz konusu. Necdet Hoca ölmedi aslında, ölümsüzleşti. Çünkü ardında onlarca eser bırakarak gitti. Bunlardan “Bu Mülkün Sultanları” ile “Osmanlı Tarihi Sözlüğü” nün altını çizmek gerekir. “Bu Mülkün Sultanları” kitabı turizm rehberleri için başyapıt değerinde bir eser olarak kalacak.[1] Yine “Osmanlı Tarihi Sözlüğü” kitabı hem Reşat Ekrem Koçu, Mehmet Zeki Pakalın’dan sonra tarih ansiklopedisi geleneğinin devam ettirmesi nedeniyle, hem de içerik olarak sunduğu zengin bilgilerle daima okunacaktır.
Canımın pâresi gözümün nuru
Evet, Necdet Sakaoğlu onlarca kitabı olan bir tarihçi yazardı. Fakat benim gibi gedikli tarih dergisi okurları onu “NTV Tarih” ve sonraki adıyla “#tarih dergisi”nde çıkan yazılarıyla bilir. Bu derginin çelik çekirdeğinde yer alan ve yine #tarih okurlarının vazgeçilmezi olan bir tarihçiydi, Necdet Sakaoğlu.
Şimdi on beş yıl öncesine gidiyorum. 2009 yılında çıkan NTV Tarih dergisinin ilk sayısını elime alıyorum. Kapak konusu “Büyük Taarruz İstanbul’da başladı. Üst başlığının altında “Kurtuluş’a kürek çekenler” başlığı var. Sağ üsteki küçük başlık, şark cephesinde yeni bir şey yok dedirten cinsten: “Gazze. 61 yıllık katliam”. O günden bugüne tek fark, Gazze’deki katliam, giderek soykırıma evrildi.
O zamanlar dergilerin hediyeler, ekler verdiği zamanlar. NTV Tarih’in hediyesi de Cengiz Han belgeseli. Kapağın alt kısmına gözüm ilişiyor. Bir yırtık oluşmuş, onu bantla tamir etmişim. Tamir ettiğim kısımdaysa şu yazıyor: “14 Şubat sevgililer günü. Kartpostalda yaşayan aşklar” Velhasıl tam yerinden yırtılmış cânım dergi. Onda açtığım derin yara, okur-dergi aşkına halel getirmemiştir düşüncesi ve ümidiyle sayfaları karıştırmaya devam ediyorum. Bu kez 7.sayfada dergi arasına sıkıştırdığım bir not buluyorum. Bu bir tür kroki. Krokide ev ile derginin ilk sayfasını alabileceğim nokta arasını okla göstermişim. Sonra okun üstüne: “Ortalama varış süresi” yazıp, altına: “30 dk.” yazdıktan sonra “Galiptir bu yolda yürüyen mağlup. Neyse bir daha ki sefere, sevgiler.” Yazarak bitirmişim. İşte bu küçük notu derginin editör sayfasına sıkıştırmışım. Ancak bunda bir yanlışlık var. O not #tarih dergisi çıkınca yazılan bir nottu. Ne işi var burada? Demek ki zihnim beni ilklerinde ilkine götürmüş. #tarih dergisinin atası, NTV Tarih dergisine gitmiş elim. Şimdi siz buna dilerseniz yanlışlık deyin, dilerseniz rastlantının eli.
Gelelim 38.sayfaya… İşte orada Necdet Sakaoğlu’nun bu dergide çıkan ilk yazısı var. Başlık şahane! “Hürrem Sultan ve Kanuni aşkı. Canımın pâresi, gözümün nuru…” Yazı Kanuni ile evli olan ve 38 yıllık beraberliklerinin yaklaşık on yılını hasretle geçiren Hürrem’i anlatıyor. Yine derginin kitap köşesi(62.syf.) Necdet Sakaoğlu’na ayrılmış. “Bu Mülkün Kadın Sultanları” kitabına… İşte ben bir okur olarak Necdet Sakaoğlu’nu bu yazıyla tanıdım.
Yine de umut var
Dahası da var. Onunla ilk ve son kez yüz yüze tanışma fırsatım da oldu. Bu vesileyle tarihe kayıt düşmek adına, tanışma hikâyemi de yazmak istiyorum. 5 Haziran 2015 yılı kişisel tarihimde hiç unutulmayacak bir gündür. Çünkü o yıl hayat beni Necdet Sakaoğlu ve okuru olduğum #tarih dergisi yazarlarıyla tanışma fırsatı sağladı. Ben o yıl öğrencilerimle Çanakkale Muharebelerinin 100.yılı dolayısıyla oluşturduğum “İki Siper Bir Mektup” projesini yürütüyordum. İstedim ki, 100.yılda özgün bir şeyler yapayım. Bu amaçla Çanakkale muharebelerine katılmış ve siperlerin iki tarafında savaşmış insanların torunlarıyla 100 yıl sonra bir bağ kuralım. Çalışmalara başladık. Çok sağlam temeller üzerine kurulan bu projeyi anlatmak ve sesimiz duyurabilmek için o dönemdeki pek çok medya kurumlarına, yazarlara, dergilere, resmi ve özel kuruluşlarla iletişime geçtik. Zannettik ki, herkes bizi desteleyecek. Tabii dağ fare doğurdu. Ülkemizin sağar sultanlar ülkesi olduğunu unuttuk. Acemilik işte! Çağrımıza bir elin parmaklarından daha az kişi ve kurum cevap verdi. Projemize değer verdi. İşte onlardan biri de #tarih dergisi oldu. Derginin yayın yönetmeni Gürsel Bey bize şöyle bir mektup gönderdi:
“Sayın Celal Yıldırım, 03/06/2015 tarihinde dergimizin yayın kurulu toplantısına “İKİ SİPER BİR MEKTUP” isimli projenizi sunmanız amacıyla, siz ve proje sorumlusu öğrencilerinizi davet ediyoruz. İyi çalışmalar dileriz. #tarih dergi yayın yönetmeni Gürsel Göncü”
Bu satırları okuduktan sonra, dedim ki kendi kendime, ülkemde tüm olumsuzluklara rağmen yine de umut var. Çünkü işini ciddi yapan, kıymet bilen insanlar var. Biz bunun üzerine #tarih dergisinin yazı kurulu toplantısına katılmak için bir öğrencim Tuncay Kaan Yıldız’la İstanbul’a gittik. İşte burada Necdet Sakaoğlu’nu tanıdım. Daha sonra tüm izlenimlerimi 5 Haziran 2015 Cuma günü yazdığım #tarih dergisi yazı kurulu toplantısı notları” başlığıyla not ettim. Bakalım neler gözlemlemişim? Ben de ne tür izler bırakmış?
#tarih dergisi yazı kurulu toplantısı notlarından
“03 Haziran 2015 günü #tarih dergisinin yazı kurulu toplantısına davetli olarak 7-A sınıfı öğrencilerimden Tuncay Kaan Yıldız ve eski öğrencilerimden –halen Robert College 10.sınıf öğrencisi –Melisa Oğuz ile birlikte katıldık.”
“…. Saat 14.11. #tarih’e ulaştık. Dördüncü kattaki ofisine çıktık. Kapıyı İpek (Cent) Hanım açtı. Kapı açılınca tam karşıda #tarih dergisinin ilk kapağı duvarda asılı sizi karşılıyor. İçeri girdik. Ofis aydınlıktı. Pencereden Beşiktaş’ın İnönü stadyumu gözüküyordu. İnşaatı yılan hikâyesine dönen stad.”
“… Gürsel Göncü. Hoş geldiniz dedikten sonra, projemizi kısaca anlatmamızı istedi. Ben hazırladığım dosyayı ona gösterdim, sonra tek tek bahsettim. Gürsel Bey dosyayı aldı, zarfa gelince –ki onun hikâyesini de anlattım- merakla zarfı açtı ve içindeki iki adet bilye adeta sıçrayarak masaya düştü. Gürsel Bey bilyeleri aldı. Anlamını öğrenince çok hoşuna gitti. Ben projeyi anlatmaya devam ettim. Yaptıklarımızdan bahsettim. Sonra yazı kuruluna geçtik.
Yazı kurulundaki Necdet Sakaoğlu
Saat 14.30! Yazı kurulu masasına geçtik. Masada Ahmet Kuyaş, Necdet Sakaoğlu, Yiğit Köseoğlu, Muzaffer Albayrak bulunuyordu. Buna sonradan Enis Batur ve İsenbike Togan’da katıldı. İşte masa kurulmuştu. Biz masanın başında oturan Necdet Sakaoğlu’nun yanına oturduk.
Necdet Bey yetmişli yaşlarında takım elbiseli, muntazam taranmış saçları ve nezaketiyle artık karşımızdaydı. Çantasından bir defter çıkardı. Siyah, çizgisiz bir defter. Bir sayfasını açtı. Sonra tek tek isimlerimizi siyah dolma kalemiyle defterine –o nefis yazısıyla- yazdı. Ardından bana dönerek:
“Buyurun, ne konuşmak istiyorsanız konuşalım” dedi.
Karaman’a dair
…. Ben kendisine Karaman’da çıkan İmaret Dergisi’ni ve Yusuf Yıldırım’ın “ Yunus Emre Divanı; Karaman Nüshası” kitabını hediye ettim. Necdet Hoca derginin kendisine geldiğini fakat Yunus Emre kitabını ilk kez gördüğünü söyledi. Sonra “imzalı mı?” diye sordu. Ben imzalı olmadığını söyleyince “O zaman siz bir şeyler yazıp imzalayın” dedi. Bunun üzerine kitabın ilk sayfasını açtım ve şunları yazdım: “Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin/Bülbül hamuş havz/Teh-i gülistan harâb[2] Saygıdeğer hocama İklim-i Karaman’dan ufak bir hediye. İmza: Celal Yıldırım”
Necdet Hoca ile Karaman üzerine konuşmaya başladık. O Karaman’a 2004 yılında gelmiş ve Şikâri’nin Karamannâmesi’ni hazırlamıştı. Karaman’daki anılarını anlatmaya başladı. Mesela Karaman’da Fisandon köyüne yaptıkları bir ziyareti anlattı. Heyet olarak gittikleri köyde köylülerle heyetin arasında geçenleri tek tek anlattı. Heyetin gayr-i ciddiliğinden köylünün buna bakışından ve durumu toparlamak için yaptığı konuşmadan… Sonra dedi ki: “Türk aydını kendilerini gözden geçirmeli, Anadolu’nun çok enteresan şeyleri var.” diyerek aydının halktan ve onun kültüründen uzak oluşundan bahsetti. Ben Fisandon Camii avlusunda cemaatiyle yaptığım bir konuşmadan bahsedince “Yaa, yaa..” diyerek iç çekti.
O günün en kıymetli hatıralarından biri
İşte böyle. Dokuz yıl önce Necdet Sakaoğlu ve değerli yazı kurulu üyeleriyle bu şekilde tanıştım. Masadaki insanlar ülkemizin en değerli yazarları, düşünürlerinden olunca bana kalan hatırası da o derece derin ve anlamı oldu. Edip Cansever’in dizesiyle yazacak olursak, masada masaydı ha! Herkes ortaya bir şey koydu. Hepsinin konuşması ve projemizle ilgili yorumları halen kulaklarımda. Söyledikleri bugün dahi benim için derslerle dolu. Kalanların ömürleri uzun olsun, kaybettiğimiz Necdet Sakaoğlu’nun ruhu şâ’d olsun.
O masadan kalan hatıralarından biri konuştuklarımızsa, diğeri proje hatırası olarak yazı kuruluna takdim edip, yazmalarını istediğim “İki Siper Bir Mektup kartpostalları” oldu. Tüm yazarlar büyük bir incelikle isteğimi yerine getirdiler. Hatta nükteli bir şekilde bana lafta attılar. Dediler ki: “Adam öğretmen, ödev veriyor.” Hakları var. Bizimkisi meslek hastalığı, ne yapalım? Gün gelince yazdıklarının tamamını paylaşacağım, ama şimdilik sadece kayda geçmesi için rahmetli meslek büyüğüm, tarihçi Necdet Sakaoğlu’nun yazdıklarını paylaşıyorum. Yalnız bu hatıra yazısında ufak bir yanlış var. Soyadımı sehven Yıldırım, değil Yıldız olarak yazmıştı. Ben bu yanlışı tatlı bir hatıra olarak kabul ediyorum. Ama özellikle rahmetlinin el yazısındaki mükemmelliğe dikkatinizi çekiyorum. Çünkü şimdiki zamanın el yazıları ile hocanın yazısını kıyaslayınca maarif yüzyılında ilk önce neyin eğitimi vermeliyiz çok açık ortaya çıkıyor. Diyorum ki, acaba biz eğitimde geçen yüzyıl içinde ileri mi gittik; yoksa geriye mi? İlginçtir, eğitim tarihimizle insan kalitemiz arasında bir ters orantı var. Eski tanımla söylersek, Tevellüt eskidikçe yazı düzeliyor, konuşma düzeliyor, anlatım düzeliyor, anlam düzeliyor. İnsanların kalitesi düzeliyor. Tevellüt gençleştikçe – içinde bende dâhil olmak üzere- Lâedri’nin dizelerine dönüyor ülkemiz: “Hat galat, imlâ galat, inşâ galat, ma’nâ galat.” O halde yanlış veyahut eksik olan bir şeyler var. Ve bunun üzerine akıl aşındırmanın sadece eğitimcilerin değil, her birimizi boynun borcu olduğunu düşünüyorum. Bu duygu ve düşüncelerle, rahmetli Necdet Sakaoğlu’nun bana yazdığı yazı kurulu hatırası ile yazıma son veriyor, aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.
“….. Sosyal Bilgiler Öğretmeni Celal Yıldız’ın yönetiminde ortaokul öğrencilerinin Çanakkale(Gelibolu) savaşlarının 100.yılı münasebetiyle okul çapında düzenledikleri proje çalışmasının #Tarih Yayın Kurulu toplantısını sayın Celal Yıldız’ın sunumundan dinledik, yararlandık. Öğretmenimizin ve öğrencilerimizin örnek başarısından kıvanç duyduk. Bu tür övünçlü çalışmların okullarımıza örnek olması dileğiyle tebrik ve teşekkür ederiz. 3 Haziran 2015 İstanbul-Gümüşsuyu. Tarih yazarı N.Sakaoğlu
[1] Serhan Güngör’ün Necdet Sakaoğlu için sosyal medya hesabında paylaştığı yazı
[2] Böyle bir bercesteyi o an niye yazdım? Necdet Sakaoğlu gibi İstanbul beyefendisi insanların sayısının giderek azalması o an aklıma bu dizeleri getirmiş olmalı. Şimdi Necdet Hoca da gitti, İstanbul ve kültür hayatımız daha da çoraklaştı.(CY.)